Data Loading...
VİLMODİT Flipbook PDF
Vilmodit, ilahi yolla veyahutta devlet eliyle cezalandırılmış şehir demektir. Helak olan kavimlerin bulunduğu bölgeler i
132 Views
71 Downloads
FLIP PDF 1.22MB
VİLMODİT EREN ERYILMAZ
1
Rahmetli amcam İlhan Eryılmaz’ın anısına…
2
“Elinde bir zaman makinesi dahi olsa, vakit sandığından da geç.”
3
Duruşma salonu, katil zanlısının içeri gelmesini yoğun bir sessizlikte bekliyordu. Görevli, gür bir sesle ‘’Naci Can Akbulut, duruşma salonuna bekleniyorsunuz,’’ dedi. Ellerinde kelepçeler, iki kolunda yağız iki asker onu duruşma salonunun kapısına getirdi. Kelepçeleri çözdükten sonra kapıdan birlikte girdiler. İçeri adımını atar atmaz salona göz gezdirdi. İçeride yaklaşık kırk izleyici vardı. Hücrede geçirdiği iki haftanın ardından, salon sanki yer ile gök kadar geniş gelmişti ona. Birazdan çıkacağı savunma makamı, ona her ne kadar tahtadan yapılmış mahpus gibi gözükse de bu genişliğin verdiği huzurla derin bir nefes aldı. Mahkeme salonu, Naci için oldukça gösterişliydi. Bu gösteriş ona israf gibi gelmişti. Savunma makamına adımını atar atmaz hâkim ile ilk göz temasını kurdu. Yaklaşık ellili yaşlardaydı, saçının üstü dökülmüş kalanı ise yaşına rağmen erkenden beyazlaşmıştı. Yüzünde keskin bir ciddiyet olsa da içinde vicdan ve adalet olduğu ilk bakıştan anlaşılıyordu. Hâkim, davacıları içeri çağırması için görevliye seslendi. Davacılar ve avukatları içeri girdi. Davacılardan biri, hemen hemen yirmili yaşlarda genç bir kızdı. Aslan yelesi gibi dalgalı saçları koyu kumraldı ve omuzlarını döğüyordu. Gözleri zümrüt yeşiliydi ve bakışlarında derin bir nefret vardı. Naci’yi öyle bir süzüyordu ki, Naci bu bakışlardan kurtulmak için müebbet hapis cezası kararını dahi yeğlerdi. Davacılardan öteki ise henüz kırk yaşına değmemiş alımlı bir kadındı. Diğerine nazaran çok daha sakin ve ılımlıydı. Yüz yapısından yabancı uyruklu olduğu anlaşılan bu kadın, Naci’nin yanından geçerken dönüp bakmadı bile. Hâkim gerekli tetkikleri ve kalıplaşmış cümleleri kurduktan sonra kapıdaki görevliden de gür bir sesle ‘’Duruşma başlamıştır,’’ dedi. Bu cümle, Naci’nin gönlünü sarstı. Az önce söylemek için kurduğu bütün cümleler yok oluverdi. Bir medet umarcasına arkasını 4
dönüp seyircilerin gözlerinin içine baktı. Kimi merakla, kimi acıyarak ona bakıyordu. Ama hepsinde ortak bir bakış vardı. Hepsi hükmünü hâkimden önce vermiş, onu yargılar ve kınar bakışlarla aşağılıyorlardı. Naci, derin bir nefes alıp önüne döndü. Bir suçludan hiç beklenmeyecek derece özgüvenli ve dik başlı duruyordu. Sanki sanık değil de hâkim gibiydi. Hâkim ‘’Sayın Naci Can Akbulut, Aras Aytunç’u kasten öldürmek suçuyla yargılanıyorsunuz. Kendinizi savunma ve avukat talep etme hakkınız mevcut. Avukat istemediğinize emin misiniz?’’ O sırada davacılardan genç olan kadın hiddetle ‘’Ne avukatı? Hangi adalet için çalışan insanın vicdanı, bu caniyi savunmaya müsaade eder ki?’’ diyerek ayağa sıçradı. Hâkim gür bir sesle ‘’Sessizlik!’’ dedi ve tekrardan Naci’ye döndü. Naci bakışlarındaki gururu korumaya çalışıyordu. Başını tekrardan dikleştirip ‘’Eminim sayın hâkim,’’ dedi. Hâkim elindeki dosyaya birkaç saniye göz gezdirdikten sonra ‘’Evet Naci,’’ dedi. ‘’Aras Aytunç’u öldürmekten dolayı yargılanıyorsun. Bu iddiaya karşı bir savunman var mı?’’ ‘’Var sayın hâkim. Ancak bu oldukça uzun bir hikâye.’’ ‘’Zamanımız uzun, buyurun en başından anlatın olup bitenleri.’’ Naci, davacılardan genç olan kadına kısa bir süre baktı. Kadının aksine Naci’nin bakışlarında bir şefkat, bir sevgi vardı. Sanki kadına acır gibiydi. Bakışlarını tekrardan hâkime çevirip anlatmaya başladı: Bundan yaklaşık on beş yıl önce oldukça yoksul bir gençtim. Ailem ben daha çocukken ölmüş, onların ardından bana bakan anneannem de ben üniversiteye başlamadan bir sene önce vefat etmişti. Kimsesizlik ve yakınını kaybetmenin getirdiği zorluklara ve acıya rağmen üstün bir başarı ile çok güzide bir üniversitede Matematik 5
Mühendisliği bölümünü kazandım. Sanırım bu, kendimi onlara kanıtlama ve onların kara toprak altında da olsa; yüzlerini kara çıkartmama çabasından dolayıydı. Üniversiteye başladıktan sonra zor da olsa burs yardımı ve yarı zamanlı bir işte çalışarak kazandığım parayla geçiniyor, kendime yetiyordum. Üniversite son senemde bir kadın ile tanıştım. Yaşadığım kayıplardan dolayı insanlara bağlanmaktan oldukça korkuyordum. Fakat onunla birlikte olmanın hayali bile, tüm bu korkularımdan hatta onun bir gün beni terk edip gitmesinden sonra yaşanacak tüm acılardan dahi daha fazla haz veriyordu ve beni yanlış bir karar vermek için zorluyordu. Bir süre sonra korkularıma rağmen onunla birlikte oldum. Gayet güzel giden bir ilişkimiz olmuştu. Üniversiteyi bitirdikten sonra onunla ayrı bir eve çıkma kararı aldık ve çıktık. Bir sene zorluklar içerisinde birlikte yaşadıktan sonra, bu zorlukları kaldıramamış olsa gerek, bir sabah uyandığımda onu bulamamıştım. Tek bir söz dahi etmeden beni terk edip gitmişti. Artık hayatımda tutunacak hiçbir dalım kalmamıştı. Kaygılarımda tekrar haklı çıkmıştım. Artık hayat çok daha zordu benim için, evimize aldığımız eşyaların borcu dahi duruyordu ve ben, girdiğim bunalımdan dolayı işe dahi gidemiyordum. Yüce yaratıcının bir cilvesi olsa gerek o gün gazete kupüründe bir ilan gördüm. ‘’Milenyum Problemleri’nin herhangi birini çözebilene bir milyon dolar ödül!’’ yazıyordu. O kadar heyecanlandım ki, problemlerin hepsinin çıktısını alıp çözmeye başladım. Aradan geçen altı haftanın ardından üç tanesini çözdüm ve Clay Matematik Enstitüsü’ne gönderdim. Bunlardan birisi yanlış diğeri ikisi doğruydu. Bunun üzerine iki milyon doları anında hesabıma yatırdılar ve beni enstitüde öğretmen görevlisi olarak işe aldılar. O gün ve süregelen bir hafta boyunca ülkemdeki gazeteler pek yazmasa da popüler bilim dergilerinde adım ve boy boy resimlerim vardı. 6
Bu olayların üzerine Aras Aytunç, yanında çalışmam için benimle irtibata geçti. Hayallerimi süsleyen, odamda resmi olan, her yıkıldığımda bana güç ve ilham veren Aras Aytunç, yanında çalışmamı istemişti. Fizik alanında aldığı Nobel ve Einstein Madalyası ile yalnız benim değil, ülkemizin hatta belki de dünyanın gıpta ile baktığı sayılı insanlardandı. Her şey bitti derken, her şey tekrardan başlamıştı benim için. Fakat olayların buraya geleceğini nasıl bilebilirdim ki? Onunla ilk tanıştığım gün, bunca olaya rağmen hâlâ benim için ömrümün en güzel günlerinden birisidir. O gün, sabah saatlerinde onun evine gidecek ve iş görüşmesi yapacaktık. Evine gittiğimde kapıyı çalarken hissettiğim o heyecan, o kalbimin gümbürtüsü hâlâ aklımda. Kapı açıldığında karşımda uzun boylu, yeşil gözlü bir adam vardı. Yüz hatları çirkin gibi dursa da onun üzerinde o kadar albenili duruyordu ki, insanı cezbediyordu. Evin içinde dahi giyindiği takım elbise, hiç de bana özel gibi durmuyordu; sanki yatarken bile takım elbisesi üzerindeydi. Elini uzatıp ‘’Merhaba Naci, hoş geldin,’’ dedi. Kirli sakalının altından gözüken gamzesi, beklediğim soğuk insan profilini bir anda yıkmıştı. Ses tonundan ve şahsına münhasır tavrından da anlaşıldığı gibi o Aras’tı. Beni içeri buyur etti ve içecek ikram etti. Yaklaşık üç saat muhabbet ettik. Bunların hiçbirisi iş hakkında değildi. Hayatımda hiç duymadığım tarzda sorular soruyor, beni anneannem gibi dikkatli dinliyordu. Sorduğu sorular, içinde bulunduğumuz durumdan o kadar kopuk ve alakasızdı ki, beni başka birisiyle karıştırdığını düşünmeye başlamıştım. Kim iş görüşmesine çağırdığı insana ‘’Çocukluk arkadaşlarını bana tarif eder misin?’’ ‘’En sevdiğin film ve kitap nedir?’’ ‘’Hayatın bir amacının ve anlamının olduğunu düşünüyor musun?’’ gibi sorular sorar ki? Aras benimle tanıştığında kırklı yaşlardaydı, ben ise otuzun başlarında delikanlı bir gençtim. Bana gösterdiği ilgi, saygı ve sevgi; 7
içimde ukdesi kalan baba sevgisinin yerini alıyordu. Onu bir patron veya bir arkadaştan öte; bir baba gibi görüyor, en saçma dertlerimi onunla paylaşıyordum. Aradan geçen bir senenin ardından çok fazla iş başardık. Hiç olmadığım kadar verimli bir dönemden geçiyordum. Beynelmilel camiada yirmi bir makale yayınlamıştım bu geçen bir senede. İşimi zaten seviyordum ama onun bana verdiği ilham ve dostlukla işime âşık olmuştum. Bu geçen süre zarfı aslında hiç de gözüktüğü gibi bir zaman dilimi değilmiş, tüm bu makaleler ve muhabbetler aslında beni tanımak ve test etmekten ibaretmiş. Güvenmek için doğru kişi olup olmadığımın bir testiymiş ve tam puan alarak geçmişim. Kendimi bir teste tabii tutmasından dolayı ona kızmıyor değildim ama benim gibi güven problemi yaşayan birisi için çok saygı duyulası bir hareketti bu. Güvenilir birisi olduğumu ona kanıtladıktan sonra bir gün beni evine davet etti ve terasa çıkarttı. Evi öyle yüksek bir yerdeydi ki tüm İstanbul ayaklarımızın altındaydı. Daha önce hiç yapmadığım ve onun da yaptığını hiç görmediğim bir şey yaptık ve birlikte kahve içtik. Bu bile, anlatacağı bir şeyler olduğunun apaçık bir göstergesi değil de neydi? Lafı hiç eveleyip gevelemeden söze başladı: ‘’Naci, bunca zaman sana kendimi hiç açmadım, geçmişimden hiç bahsetmedim. Gazetelerden ve dergilerden gördüğün kadarıyla tanıyorsun beni. Şimdi sana hem geçmişimi hem de geleceğimi anlatacağım. Birazdan duyacakların ve göreceklerin ağır gelebilir, ama her ne olursa olsun bana güvenip yanımda olacağını çok iyi biliyorum. Senin yaşlarındayken, henüz hiçbir niteliğim yoktu. Kendi hâlimde araştırmalar yapan ve akademisyen dostlarımla paylaştığım çoğu hatalı ve eksik makaleler yazan bir gençtim. Üst üste yazdığım makalelerden olumlu geri dönüş alamayınca oldukça canım sıkıldı ve annemlerin yanına birkaç aylığına taşındım. Annemlerin evi Trabzon 8
Maçka’daydı. Onlar da dedemin hastalığından dolayı orada kalıyorlardı. Orada kalmamın ilk ayında, alışveriş için merkeze gittim. Alışverişi yapmadan önce civar yerleri gezmek istedim. Çünkü civarda çok fazla akraba ve tanıdık vardı. Uzun zamandır insan görmek istemiyordum ama köyün havasından mıdır bilmem, psikolojimin yavaş yavaş düzeldiğini hissediyordum, hâliyle eski dostları görüp konuşma iştiyakını içimde gitgide daha fazla hissediyordum. Sokak aralarında gezerken küçük bir kız çocuğunun sesini duydum. Hem ağlıyor hem de bağırıyordu. ‘’Baba, lütfen yapma. Vallahi ben kimselere bir şey anlatmadım. Yeter artık, vurma!’’ Belli ki bir kızı babası iyice pataklıyordu. Aile içi meselelere burnumu sokmak istemediğim için yoluma devam ettim. Hem kendi kendimi avutmak için ‘’Evler müstakil olsa da civarlarda çok fazla komşu var. Elbet biri gelir, benim ne haddime?’’ diyordum. Çok değil beş yüz metre ötede çocukluk arkadaşlarımdan birisinin evi vardı. O eve doğru giderken birden titreyerek yere yığıldım. Ağzımdan köpükler gelmeye başladı, bayılmıştım. O gün geçirdiğim nöbet sonucu Sara Hastası olduğumu öğrendim. Bu yüzden hiçbir hâlükârda o günü unutamam. En nihayetinde kimsenin yardımı olmadan birkaç dakika sonra kendime geldim. Ayağa kalktım, korkudan tir tir titriyordum. Kendimi kontrol ettim, hiçbir yerimde düşmenin sonucu bir kanama yoktu. Birkaç dakika sonra kendime geldim ve arkadaşımın yanına gittim fakat içeriye girmedim. Kapıdan konuştuk. Ona olan biteni anlattım ve Sara Hastası olabileceğimi söyledi. Bir şeyler içmeye ve dinlenmeye davet etti ama kabul etmedim, hemen evime gidip yatağıma yatmak istiyordum. Yaklaşık on dakika konuştuktan sonra geldiğim yoldan geri döndüm. Gerçekten konuşmak bana iyi gelmişti.
9
Dönerken yine o sokaktan geçiyordum ve yine kızcağızın sesini işittim. İlk başta yoluma devam ettim fakat evden çok fazla uzaklaşmadan vicdanım buna el vermedi ve geriye döndüm. Bahçenin kapısını açtım ve içeri girdim. Kızcağızın artık sesi soluğu çıkmıyordu. Yalvarmanın beyhude olduğunu anlamış olmalı ki sadece inliyor ve ağlıyordu. Kapıdan içeri girer girmez boyum kadar bir köpek, zincirini kırmak için kemiriyor, nefesi kesilene kadar havlıyordu. Köpek korkum olmasına rağmen hiç umursamadım ve etrafından dolanıp evin kapısına vardım. Adam kızını öyle bir dövüyordu ki, köpek havlamasını dahi duyamayacak kadar gözü dönmüştü. Kapıyı öyle bir şiddetle tekmeleyip yumrukladım ki, adamın sinir katsayını arttırdığım apaçıktı. Kızın aldığı derin nefesten, adamın kapıyı açmak için geldiğini anladım. O bekleyiş gerçekten çok zordu benim için. Ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bu kadar sinirli bir insana hesap sormak canına susamak demekti. Hem o sırada kendi kendime ‘Bu kızcağızın annesi, kardeşi yok mu? İnsanın en azından sesi çıkar,’’ diyordum. Kapı hızla açıldı. Karşımda en az bir doksan boylarında, göbekli, kel bir adam vardı. O kadar yapılıydı ki, sinirle gözlerimin içine bakınca ben bile ürkmüştüm; kim bilir kızcağız ne kadar korkmuştur… Adam birden ‘Ne var ulan kapıyı alacaklı gibi tekmeliyorsun?’ diye bağırdı. Böyle bir tepkiyi bekliyordum ama duyunca kısa süreli bir tekledim. Daha sonra beni süzüp “Yine mi sen?” dedi. Besbelli beni birisiyle karıştırmıştı. Bir yandan köpeğin havlamaları, bir yandan adamın tükürüklerini saça döke bağırışı, bir yandan da kızcağızın içli içli ağlaması bana ‘Ben burada ne halt yiyorum ki?’ sorusunu sorduruyordu. Hatta içimden bir ses, hemen oradan kaçıp gitmemi söylemişti. Fakat insan olmanın getirisi olmalı ki, kendimden hiç beklemediğim bir hiddetle adama karşılık verdim. 10
‘Utanmıyor musun, el kadar kızı nefesi kesilircesine dövmeye? Daha on beş dakika önce buradan geçtim, yine kızı dövüyordun. Şimdi tekrar geçiyorum, hâlâ dövüyorsun. Kızı öldüreceksin.’ ‘Sana ne benim kendi evimde ne yaptığımdan? Kızıma ne yapacağımı sana mı soracağım dallama? Başımı belaya sokma benim, ikile hemen!’ ‘Senin dört bir yanın bela olsa ne olur? Beni kızınla karıştırma, dağıtırım burayı!’ İşte hayatımı değiştiren cümleyi kurmuştum. Zaten sinirli olan bir Türk erkeğine böyle bir söz söylemek, iki taraftan birinin toprağı göreceği anlamına gelirdi. Adam, hiçbir şey söylemeden içeri koştu. Hemen anladım silahına davranacağını. Elim ayağım boşaldı, kaçıp gitmem gerektiğini düşündüm ama kaçsam da arazi gibi bir yerdi burası; beş dakika soluksuz koşsam da arkamdan sıkacağı bir kurşunla hayatım sona ererdi. Arkamı dönüp bahçenin içinde balta gibi bir şey aradım ama yoktu. Ben de şuursuz ve umarsızca içeri daldım. Adam merdivenleri çıkıyordu. Sağ tarafımda koltukta iki büklüm olmuş; hüngür hüngür ağlayan kız çocuğunu gördüm. O an adama karşı öfkem katbekat arttı. Arkasından ‘Gel buraya!’ diye bağırdım. İçeri girdiğimi gören adam bir an duraksadı ama hızla merdivenleri çıkmaya devam etti. Çocuk, az önceki bağırışımdan öyle korktu ki, hemen koltuğun arkasına sığındı. Salonun ortasına dalıp kendimi savunacak bir şey aradım. Fakat salonda kızı dövmek için kullandığı kemerden başka tehlike arz eden hiçbir şey yoktu. Ben de elime geçen ilk şeyi, sandalyeyi, kendimi savunmak için alıp merdivenin köşesine pusu kurdum. Adam bağıra çağıra aşağı iniyordu. Gönlüm o kadar gümbürtülü atıyordu ki, kendimi ölüme hiç bu kadar yakın ve bir o kadar da hazırlıksız hissetmemiştim. Adam son birkaç merdiven kala alanıma girdi ve elimdeki sandalyeyi var gücümle başına vurdum. Adam bir tarafa, tüfeği bir tarafa uçtu. Aptallık, hemen adamın üzerine koştum. 11
Her anlamda benden güçlü olan adam, tabii ki beni yere çaldı. Üzerimden kalkıp tüfeğine hareketlendiğinde ben de ayağa kalktım ve boynundan onu yakaladım. Nasıl yaptığımı bilmiyorum ama onu diz çöktürmüştüm ve arkasından boğazını bir kobra gibi kollarımla sarmıştım. Bir yandan kız ağlıyor, bir yandan köpek havlıyor, bir yandan da adam garip sesler çıkarıyordu. Kendimde değildim. Çocuk koltuğun arkasından sadece burnunun yukarısı gözükür şekilde bana bakıyordu. Onunla göz göze geldiğimde, tıpkı benim gibi yemyeşil gözlerinin olduğunu gördüm. O kadar masum bakıyordu ki, dönmüş gözlerim onun kocaman yeşil gözleriyle karşılaştığında kendime gelmiştim. Hemen adamı yere fırlattım. Ama adam kendinde değildi. Ne bir nefes ne bir çırpınış… Adamın öldüğünü anlamıştım. O anda adamla birlikte kız da sustu, köpek de. Ne yapacağımı bilemiyordum, hemen kaçıp oradan uzaklaşmam gerekiyordu. Fakat öyle yapmadım, kızın yanına gidip iyi olup olmadığını sordum. O kadar korkuyordu ki hiçbir şey söylemeden yalnızca bana bakıyordu. Neden burada olduğumu, niçin yoluma gidip gitmediğimi sorguluyordum onun sessizliğinin eşliğinde. O kadar çaresiz ve aptal hissediyordum ki kendimi, hâlâ o psikolojik ezikliği içimden atamıyorum. Kısa bir süre sonra doğru olanı yapıp polisi aradım ve olan biteni anlattım. Polis çok geçmeden geldi ve benimle birlikte kızı da arabaya bindirip karakola götürdüler. Karakola vardığımızda olayın tamamen nefsi müdafaa olduğunu anlattım. Polislerin içinden birkaç kişi beni ve ailemi tanıyordu. Benim bir karıncayı bile incitmekten imtina ettiğimi çok iyi biliyorlardı. Benim ardımdan kızı da sorguya çağırdılar. Kız, olan biteni polis dostumdan duyduğuma göre şu şekilde anlatmış: ‘Benim öz babam henüz ben doğmadan bizi terk etmiş. Annem de ben yedi yaşındayken öldü. Annem öldükten sonra hiçbir 12
tanıdığım ve akrabam olmadığı için önce yurda sonra da bir aileye üvey evlat olarak verildim. Aile dediğime bakmayın, bir sene önce boşandılar. Kadın beni istemedi, adam da sokağa atmak olmaz, deyip beni yanında tutmaya devam etti. Adamla kadın ayrılmadan önce zaten şiddet görüyordum ama boşandıktan sonra adam hıncını her gün hatta her saat benden almaya başladı. İşte bugün de beni dövdüğünü birisine söylediğimi bahane ederek dövmeye başladı. Oysa ki hiç kimseye hiçbir şey söylemedim. Vurdukça vurdu, bir ara bayılacağım sandım. Hiç bu kadar ağır dayak yememiştim. Sonra bu abi geldi, adama beni dövmeyi kesmesini söyledi. Sonra adam gitti tüfeğini almaya, abi de hâliyle kendini savunmak için onunla boğuştu. Eğer onu boğmasaydı ne o ne de ben oradan canlı çıkardık.’ Kızın bu ifadeleri beni hapisten kurtarmıştı. Daha doğrusu tanıdıklar yardımıyla tutuksuz yargılanacaktım. Bununla birlikte ilgimi çeken noktalardan birisi de adama üvey baba değil de sadece adam demesiydi. Baba kelimesinin ne demek olduğunu hakikaten biliyor ve hak etmeyene söylemiyordu. Ne akıllı çocuk! Sadece o da değil, komşular da benden yana ifade vermişlerdi. Adam zaten buranın yabancısıymış, eskiden komşuların ettiği şikayetler de sistemde gözükünce paçayı yırtmıştım. Karakoldan sevinçle ayrılacaktım ki bahçede bankın üzerinde kızı gördüm. Gözleri yere dönük derinlere dalmış öylece duruyordu. Yüreğim cız etti. Ne anası vardı ne babası. Şimdi başını sokacağı bir evi bile yoktu. Beni yarı yoldan döndüren vicdanımın sesini şimdi tekrardan duyuyordum, kızın yanına gittim. Hiçbir şey söylemeden yanına oturdum. Beni görünce gözleri kocaman oldu. Bana öyle güzel baktı ki, birkaç saat önce bana katil gibi bakan kız şimdi koca koca gözlerle minnettar bir bakışla bakıyordu bana. 13
Ne diyeceğimi bilemiyordum ne desem boştu. Sanki ondan daha da üzülüyordum olan bitene. Benden daha özgüvenli olmalı ki konuşmayı o başlattı: ‘Adınız nedir?’ ‘Aras Aytunç. Senin?’ ‘Düşsel Akbulut. Tanıştığıma memnun oldum.’ ‘Ne güzel adın var.’ ‘Teşekkür ederim.’ Konuşma kısıra bağlanmıştı. Kız önüne döndü ve yere ulaşamayan ayaklarını banktan aşağı sallandırarak aynı düşünceli tavrına yine döndü. Bu sefer konuşma cesaretini ben gösterdim: ‘Yaşın kaç?’ ‘On yaşındayım.’ ‘Ben de otuz yaşındayım.’ ‘Bugünün tarihi nedir?’ ‘On iki şubat. Niçin sordun?’ ‘Yaşımı sorduğunuzda doğum günüm aklıma geldi. Yarın benim doğum günüm.’ Kız bunu söyledikten sonra samimiyetsiz olsa bile bir gülümseme bulunduramadım suratımda. Ne diyeceğimi bilemedim. Titreyen dudaklarımdan dökülen iki samimiyetsiz cümleyle ve beni felçli gibi gösteren bir tebessümle olayı geçiştirdim. ‘Öyle mi! Ne hoş, ne hoş...’ ‘Eğer yurda gidersem bana pasta kesecekler.’ ‘Ah, ne güzel. Sen pasta sever misin?’ ‘Nefret ederim! O adam da doğum günümde pasta alırdı. Sonra ortalığı bana toplatır, pastaya verdiği paranın hıncını almak için bir bahaneyle bağırır çağırırdı.’ ‘Geçti artık, düşünme bunları. Yepyeni bir sayfa açılıyor senin için.’ ‘Aman ne sayfa! Adam gitti, şimdi yurtta çömez muamelesi görüp 14
ezileceğim. Sonra hiç ummadığım bir aileye ev işleri için evlatlık verileceğim. Keşke hemen on sekiz yaşına girsem…’ Kız, yaşına nazaran oldukça fazla görmüş geçirmişti. Bir o kadar da zekiydi. İçimden bir ses onu bağrıma basıp İstanbul’a taşınmamı söylüyordu. Diğer yanımsa daha bir eş için bile kendimi hazır hissetmezken bir çocuğa hayatta bakamayacağımı söylüyordu. İçimde verdiğim bu savaşın ortasında kız bana dönüp ‘Senin çocuğun var mı Aras?’ dedi. ‘Yok. Evli bile değilim.’ ‘Yazık. Sen çok iyi bir baba olurdun.’ ‘Benim gibi bir katilden baba mı olur?’ ‘Benim gibi pis bir kızdan da çocuk olmaz. Babam olur musun?’ O anda ayağa sıçradım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Soruyu sorarken kullandığı ses tonu, bakışları… her şeyi içime dokunmuştu ama bu kadarı benim için fazlaydı. Tamam belki insandım ve duygularım vardı ama hayatımda bir defa bile duygularımı aklıma üstün kılmadım. Maddi açıdan zor durumdaydım, işim gereği eve pek uğrayabildiğim söylenemezdi ve başarısız bir iş hayatım olduğu için buhrandaydım. Ben bu kıza kederden başka hiçbir şey veremezdim. Realist olmak belki şu an ikimizi de üzebilirdi ama sonrası için üzülmeyecektik. Kıza belki biraz kabaca, belki de biraz dobra bir şekilde ‘Üzgünüm Düşsel, ben sana babalık yapamam. Devletin yurdu senin için daha güvenli,’ dedim. O sırada telefonum çaldı. Arayan annemlerdi. Hâliyle beni merak etmişlerdi. Kaç saat olmuştu… Kıza hiç içime sinmese de ‘Eve gitmem lazım, hoşça kal…’ dedim. Dolu gözlerle kaşlarını kaldırdı, sanki ‘Hemen mi?’ der gibiydi. ‘Kal,’ demeye dili varmıyordu ama ısrarla gözümün en içine bakıyordu. Hiçbir şey diyemeden hızlıca bahçeden çıktım. Kızın son bakışı hâlâ gözümün önündeydi. Babalığı reddettiğim için değil, eve gideceğim için üzülmüştü. Benim bir evim vardı, ailem vardı, sorumluluk alabilecek yaşım ve gücüm 15
vardı; onda ise bu saydıklarımdan birisi bile yoktu. O, rüzgârda bir o yana bir bu yana savrulan bir yapraktan farksızdı. Yol boyu o son bakışı düşündüm. Adımlarımı hızlandırdıkça hızlandırdım. Yolun sonuna yaklaştığımda ne zamandan beridir gözlerimin dolu dolu olduğunun, ara sıra birkaç damla yaş düşürdüğümün farkında değildim. Düşsel’i şimdiden çok ama çok özlemiştim. Vicdanım, yüreğimi parçalıyordu ama ona umut vadeden bir harekette bulunmamam gerekiyordu. ‘Böylesi daha doğru,’ deyip acımı kendi içimde bitirip başka şeyleri düşünmeye çalıştım, başardım da. Gece boyu hep onu düşündüm. Ne kitap okuyabiliyor ne ailemle vakit geçirebiliyordum. Kendimde bu saadeti yaşama hakkı bulamıyordum. Sürekli ‘Neden o orada da ben buradayım?’ diyordum. En sonunda uzunca süreli tartışmalarımı bitirdim. Sabah ilk iş onun yanına gidecek, ona doğum günü sürprizi yapacaktım. Sabah olduğunda hemen karakola gittim. Aptallık ya, orada olacağını düşündüm. Orada ne yapsın ki? O an, sonsuza dek onu kaybettiğimi sandım. Pişmanlığım içimde öyle bir çağlıyordu ki, saçlarımı yolasım geldi. Polis dostlarımdan birisine durumu anlatınca, işlerin gözüktüğü kadar iç karartıcı olmadığını anladım. Birkaç telefon sonra, o buradaydı. Onu kapıda görünce o kadar heyecanlandım ki, sanki kendi çocuğumu kaybedip sonradan bulmuş gibi oldum. Koridorda sıkkınca yürürken beni gördü. Kocaman olan gözleri, daha da bir kocaman oldu. Yüzündeki o mutluluğu görebilseydin ve bunun müsebbibinin kendin olduğunu bilseydin, ömrünün en huzurlu anı olduğunu düşünürdün zira benim için durum aynen böyle. Beni görünce ışıldayan gözleri kısa bir süre sonra soldu. Bakışlarını devirdi ve hafif adımlarla odaya doğru yürümeye başladı. Her hâlinden belliydi, dün için bana kızgındı. Haklıydı, ben de kendime kızgındım. Ağır adımlarla yanına gittim. Karşılaştığımızda bana 16
bakmak için kafasını boynunu ağrıtacak derecede yukarı kaldırıp ‘Neden buradasın?’ dedi. Dudak büzdüm. ‘Ben de bilmiyorum,’ dedim. ‘Bir şey beni buraya yolladı.’ ‘Dün seni evine yollayan şey mi? Senin kendi fikirlerin yok mu, hep bir şeylerin peşine düşüyorsun?’ ‘Tamam, dün olan her şey için çok ama çok özür dilerim. Ama bugünü bu gibi şeyleri konuşarak heba etmeyelim olur mu?’ Düşsel, omuzlarını silkip lisanı hâliyle ‘Peki,’ der gibiydi ama bir yandan da ‘Dünkü ayıbını unutacağımı sanma,’ diyor olabilirdi. Bilirsin, bir kız çocuğunun ne dediğini anlayabilirsin ama ne demek istediği konusunda şüphe etmen gerekir. Elimi uzatıp ‘Benimle gel,’ dedim. Elimi tuttu ve sorgusuz sualsiz benimle dışarı çıktı. Onu arabaya bindirdim ve lunaparka götürdüm. Ah Allah’ım! O gün her şey o kadar güzel, o kadar muhteşemdi ki… Çarpışan arabaya bindik, ikimiz de aynı arabadaydık. O kadar neşeli ve heyecanlı sürüyordu ki, içimden ‘Bu çocuk hayatı boyunca hiç gülmedi mi?’ diyordum. Çarpışan arabanın ardından dönme dolaba bindik. İlk başta her şey güzel olsa da yükseldikçe korkusu arttı. En tepeye çıktığımızda orada asılı kaldık. Düşsel o kadar korkmuştu ki, etrafa bakmamak için paltomun içine sokulmuştu. Korktukça, çaresizleştikçe ona olan sevgim artıyordu. Sanki kırılganlığı ve bana olan ihtiyacı, beni ona kördüğümle doluyordu. Dolaptan henüz inmeden kar yağmaya başlamıştı. O an öyle muazzam bir tablo oluşmuştu ki, hemen Düşsel’i paltomdan çıkartıp manzaraya bakmasını istedim. Etrafın güzelliğini görünce tüm endişesi geçmişti. Kendince kahkahalar atmaya başlamıştı. Paltomun cebinden küçük bir fotoğraf makinesi çıkarttım. Hey gidi emektar makine, hiç yanımdan ayırmazdım onu. Etkilendiğim her şeyin fotoğrafını çekerdim. Böylesi bir manzarada Düşsel’i çekmemek olmazdı. 17
Haberi olmadan onu çektim. O kadar güzel bir fotoğraftı ki bu, hâlâ cüzdanımda taşırım. Beni fark edince çok rahatsız oldu, silmem için epey ısrar etti. Nedenini sorduğumda ‘Çok çirkinim ben,’ demişti. Şaşkınlıkla ‘Ne alakası var, gördüğüm en güzel kız çocuğusun sen,’ dedim. Sözlerimde tek bir samimiyetsizlik yoktu, gerçekten böyle hissediyor, böyle düşünüyordum. Yarım ağızla gülümseyip ‘Beni üzmemek için böyle diyorsun. Üvey babam dünyada gördüğüm en sahici kişilerdendi ve hep benim çirkin olduğumu söylerdi. Hatta bir defa bayram günü üvey kuzenlerim benden daha şık ve güzel olduğu için o günün akşamında tokat atmıştı bana,’ dedi. Bunu duyduktan sonra bu kızın ne denli büyük psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kaldığını anladım. Güzel ve tatlı olmasa neyse, gerçekten insanın şefkatini celbeden bir güzelliğe sahipti. Şakayla karışık ‘Hadi oradan, kuzenlerin film yıldızı mıydı? Üvey baban tam bir psikopat. Ne hissedersem onu dile getirdiğimi dün vedamızdan, bugün de buluşmamızdan anlamış olman lazım. Sen şu ana kadar gördüğüm en güzel kız çocuğusun,’ dedim. Bana inanmış gibiydi, ya da inanmak için can atıyordu. Kaşlarını kaldırıp ‘Sahi mi?’ dedi. ‘Sahi ya…’ dedim. Sanki bir ömür bu cümleleri duymak istiyormuşçasına bana sarıldı. O an anladım ki, bu kıza yıllardır değil güzel bir cümle bir güler yüz dahi gösteren olmamıştı. Lunaparka girişimiz ile lunaparktan çıkışımız bir değildi. Bir baba-kız gibiydik. Onu kıyafet dükkânına götürmeye karar vermiştim. Dükkâna girdiğinde saatlerce her şeyi denedi. Üç tane kıyafet arasında kaldı. Hâliyle üçünü de aldım. Bana kocaman gözlerle dönüp ‘Sahiden mi?’ dedi. Yine aynı tepki ile ‘Sahi ya…’ dedim. O an büyük bir çığlık atıp ‘Geçirdiğim en güzel doğum günü!’ dedi. Benim ise geçirdiğim en güzel gündü, çok geç anlamıştım… Günün ilerleyen saatlerinde karnım çok acıkmıştı, ona ‘Aç mısın?’ dedim. Küçük bir tebessümle ‘Çok değil,’ dedi. Gözlerinden anlamıştım aç olduğunu. Sorgusuz sualsiz onu lokantaya götürdüm. 18
Yemeğini yerken oldukça iştahlı gözüküyordu, yemeğin ortasında ağzından en son dün akşam yemek yediğini kaçırdı. Aptallık bende, sabahın köründe kızı yanıma çağırdım, ne ara yemek yiyecekti ki? Bunca zaman başkalarından bir şey istemeye de alışık olmadığı için içine atmış. Pişmanlığımın dinmesi için onunla vakit geçirdikçe, daha da pişman oluyordum. Lokantadan çıktıktan sonra bir kafeye gittik. Hava kararmış, kar bele dayanmıştı. Dışardaki tek ışık, seyrek seyrek yerleştirilmiş sokak lambalarının ışığıydı. Hava gerçekten soğuktu. Kafede çay içerken Düşsel ile muhabbet ediyorduk. Her cümlesinden bana alıştığı besbelliydi. Uzunca müddet kafede durduktan sonra garson yanımıza gelip ‘Mutfağımız ve kasamız kapanıyor. Yarım saat sonra da dükkânı kapatacağız. Başka bir arzunuz var mı?’ dedi. Çaylarımızı yenilemesini söyleyip sohbete kalan yerden devam etmek için önüme döndüm. Ama Düşsel’in yüzünde az önceki mutluluktan eser yoktu. Başını öne eğmiş bir şekilde masanın üzerindeki şekerlikle oynuyordu. Ona biraz daha yaklaşıp kısık bir sesle ‘Ne oldu, neden astın suratını?’ dedim. ‘Gün bitti sayılır, birazdan sen evine ben evime gideceğim. Gerçi eve gitmeyeceğim, yurda gideceğim. Müdürün kızgın ve imalı bakışlarına aldırmadan yatağıma gidip gece boyu bugünün güzelliğini düşünüp geceyi sabah edeceğim. Sonra tam uykum geldiğinde beni kaldıracaklar ve benim için bugün mazi olacak. Sense huzurla evine gideceksin ve sabah annenle babanın hazırladığı sofranın kokusuyla uyanacaksın. Tek derdin ekmek almak olacak, tıpkı televizyon dizilerindeki gibi…’ O söyleyene dek bugünün biteceğini hiç ama hiç düşünmemiştim. Şimdi o böyle söyleyince yüreğimde ona veda etmenin acısını hissetmiştim. Bir delilik yapıp onu evime götürüp sarıp sarmalamak istedim. Uyurken masallar okumak, sabah vakti taze yemek kokularıyla onu uyandırmak, günün devamında gezip eğlenmek istedim. Hatta içimde biriktirip durduğum tüm dertleri ona anlatmak, belki de 19
ona kendi işimi öğretmek ve birlikte bilimsel çalışmalar yapmak istedim yakın gelecekte. Tüm bu hayallerim tek bir ana sığdırılmıştı, garsonun getirdiği çaylarla da bölündü hayallerim. Konuyu değiştirmek istedim, uzunca süredir merak ettiğim şeyi bağlayarak konuyu saptırdım. ‘Kendini çok iyi ifade edebiliyorsun, büyümüş de küçülmüş gibisin.’ ‘Çok fazla kitap okuyorum, belki ondandır. Yoksa insanlarla pek konuşmuşluğum yoktur. Sen çok konuşkan birisin. Belki de senin bir ayda kurduğun cümle sayısı kadar konuşmuşumdur ömrüm boyunca.’ ‘Ama benimleyken çenen çok düşük.’ ‘Çok mu konuştum gerçekten?’ ‘Yok yahu şaka yapıyorum.’ ‘Annemle de çok konuşurdum. Sevdiğim, güvendiğim insanların yanında dilimin bağı çözülüyor herhâlde.’ ‘Sürekli hatırlatmak istemiyorum ama ben gözünün önünde cinayet işledim. Beni mi seviyor ve güveniyorsun?’ ‘Oh oldu o adama. Az bile yaptın. O gün adama değil, sana bir şey olacak diye korktum. Bir defa daha bir kadın seslere gelmişti. Neredeyse kadını öldürecekti o adam, Allah’tan kadın kaçıp gitti. Sonra polise haber etti ama aile içi olaya karışmak istemediler. Bir kişi bile gelip sırtımdaki yaralara bakmadı, aç mıyım diye sormadı, kıyafetlerimin bana neden küçük geldiğini bir kişi bile sormadı.’ O yaşadıklarını anlattıkça kendimde anlamsız bir suçluluk hissediyordum. Daha fazla bu konuları konuşmak istemedim. Biraz konuyu dağıtma istemiyle biraz da cilveyle karışık ‘Yani beni seviyorsun?’ dedim. Demez olaydım, verdiği cevap günlerce aklımdan çıkmadı: ‘Hem de çok, keşke babam olsaydın. Birlikte her günümüz bugün gibi olurdu.’ 20
Çayımdan son yudumu alıp hesabı istedim. Ödemeyi yaptıktan sonra dışarı çıktık. Hava gerçekten buz gibiydi. Kızın tir tir titrediğini gördüm. Hemen atkımı ve şapkamı ona verdim. Hiç itiraz etmedi, ısınmak için değil; benden bir parça onda olması için kabul ettiği yüzündeki tebessümden beliydi. Arabaya kadar ağır adımlarla yürüdük. Arabaya binince karakolun yolunu tuttuk. Kızın yüzü o kadar düşük, canı o kadar sıkkındı ki benim dahi içim darlanmıştı. Karakolun sokağına vardığımızda ‘Dur,’ diye bağırdı. ‘Lütfen gitmeyelim. Beni evlat edin. Evin her işini yaparım, yemek yaparım, dedene bakarım. Hem ben piyano çalabiliyorum. Sana da öğretirim. Hatta istersen işe bile girerim, lütfen beni bırakma.’ Kız kolumu sımsıkı tutuyor, hüngür hüngür ağlıyordu. Hiçbir şey diyemiyordum, gözümden bir damla yaş süzüldü süzülecekti. ‘Lütfen durumu zora sokma Düşsel,’ dedim. ‘Bugün doğum günündü, ben de sana böyle bir sürpriz yapmak istedim. Bir defaya mahsustu.’ ‘Bugün doğum günüm falan değildi, benimle ilgilen diye böyle bir yalan söyledim. Eğer beni evlatlık edinirsen ne sana ne başkasına hiçbir sorumluluk yüklemem. Kendi kendime yeterim, hatta sizin için daha iyi olur.’ ‘Bana yalan mı söyledin?’ ‘Eğer yalan söylemeseydim yanımda olmayacaktın. Sadece seni bir gün daha görmek istedim.’ ‘Ne olursa olsun bu yalan söylemene bahane değil. Hem gördün işte beni, dahası olamaz.’ ‘Madem beni bırakacaktın neden bana bu kadar güzel bir gün yaşattın? O kadar güzel anlaşıyorduk ki doğum günü hediyesi olarak beni evlatlık alacaksın sanmıştım.’ ‘Üzgünüm Düşsel, yapamam. Yurtta sana çok daha iyi bakacaklar.’ ‘Tabii ya, çünkü sen yurtta yıllarını geçirdin ben ise yurda hiç ayak basmadım oranın nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum.’ ‘Gitme vakti Düşsel, hoşça kal.’ ‘Peki, yolun kalanını yürürüm ben. Daha fazla seni görmek 21
istemiyorum, sen de üvey babamın ilk günleri gibi iyisin. Sonrasında çocuk tatlılığına doyunca hemen kabalaşıyorsunuz. Tüm yetişkinler, hepiniz aynısınız.’ Düşsel tek bir kelime daha etmeme müsaade etmeden kapıyı çarpıp gitti. Karakola doğru karların arasından yürüyüşünü izledim. O kadar ağır yürüyordu ki, kararımdan vazgeçmemi umuyordu. En nihayetinde geriye döndü ve ağlayarak arabaya doğru koştu. Ne yapacağımı bilemedim. Hâlâ neden böyle bir şey yaptığıma anlam veremiyorum ama o anın paniğiyle arabayı gerisingeri sürdüm. Bana doğru koşarken, bir yandan ağlıyor bir yandan da sanki dünyanın öteki ucuna yetişecekmişçesine elini uzatıyordu. En sonunda yere düştü ve ağlayarak dizlerinin üzerine çöktü. Arabanın sokaktan kayboluşunu ağlayarak izledi, görseydi ben de en az onun kadar ağlıyordum. O anki hâlini hâlâ aklımdan silemiyorum, silemiyorum! Aradan günler, haftalar, hatta aylar geçti. İstanbul’a dönmüş, yeni evime yerleşmiştim. İşlerim sanırım bir parça daha iyi gidiyordu. Ama hâlâ aklımda Düşsel vardı. İstanbul’da o kadar yalnızdım ki ölsem belki de haftalar sonra insanların haberi olurdu. İşimin çoğunu evden sürdürüyordum, dostlarımla meşguliyetten dolayı görüşemiyorduk, ailem de beni haftada bir kere bazen de ayda bir kere arıyordu. Düşsel’i reddetmekle ne büyük hata yaptığımı anlamıştım. Polis dostumu tekrar aradım, durumu anlattım. O da bana her bir harfi kalbime batan şu cümleyi söyledi: Düşsel bir ay önce evlatlık verildi. Şimdi diyeceksin ki ‘Polis bunu nereden biliyor?’ Düşsel, evlatlık için görüşme yapıldığı gün hemen polisi arıyor ve benim onu karakola sorup sormadığımı soruyor. Polis de olumsuz bir cevap verince nispet yaparcasına bana söylenmesini istiyor ama polisler ‘Çocuk işte,’ deyip geçiştiriyorlar. Ah, keşke söyleselerdi keşke… Bu olayın ardından Düşsel ile alakalı tüm anıları, hayalleri ve kuruntuları unutmaya karar vermiştim ama nafile; işteki başarısızlığım gizemli bir güç tarafından sosyal hayatıma aktarılmıştı sanki. 22
Aradan geçen iki haftanın ardından Düşsel’i ziyaret etmeyi kafama koymuştum. Birkaç tanıdık vasıtasıyla adreslerini öğrendim. Gerçekten çok zengin insanlar olduğu apaçıktı. İstanbul’un en nezih semtinde, en güzel evlerden birinde yaşıyorlardı. Düşsel daha önce de çok fazla zenginlik tatmıştı ama hiçbir zaman mutlu olamamıştı. Belki de bu aile onu mutlu edebilirdi. Hem, o aileyi bırakıp kendisiyle gelmesini istemek çok bencilce ve ukalaca olurdu. Üstelik zamanında onu reddetmişken… Tüm bu iç konuşmalarımı susturup evlerinin kapısını çaldım. Normalde sıradan bir pantolon gömlek kombinim vardı fakat sırıtmamak adına o gün takım giyinmiş, saçlarımı dikleştirmiştim. Aynada gördüğüm kişiye sahiden ben de şaşırmıştım. Kapıyı çalmamın ardından kısa bir süre sonra bir adam kapıyı açtı. Giyinişinden de belli olduğu gibi evin hizmetlisiydi. Kendimi Düşsel’in bir tanıdığı olarak tanıttım ve içeri girdim. Hizmetli adamın eşliğinde salona çıktım ve beni bir koltuğa oturttu. Koltukta etrafı izlerken bu evin gerçekten de huzurlu bir aile evi olduğunu sezdim. Çok geçmeden üst kattan bir adam indi. Ev hâli dahi benim saatlerce süslenmemden daha ilgi çekiciydi. Sinekkaydı tıraşı, gündelik giyimi, altın sarısı saçları ve masmavi gözleri ile gerçekten yakışıklı bir adamdı. Beni çok sıcak bir şekilde karşıladı. Hizmetliden iki kahve yapmasını istedi ve beni terasa davet etti. Terasa geçtikten sonra karşılıklı bir şekilde tahtadan bir masanın etrafına oturduk. İstanbul’un boğucu havasından ve trafiğinden kısa bir süre bahsettik. Adamın sigarasını yakmasıyla kahvelerin gelişi bir oldu. Adam sigarasından bir nefes, kahveden de bir yudum aldıktan sonra esas konuya giriş yaptı: ‘Düşsel’in nesi oluyorsunuz?’ ‘Herhangi bir kan bağımız yok, eskiden Trabzon’da yaşıyordu oradan tanışız biz.’ ‘Anladım.’ 23
‘Düşsel’i evlatlık almanız gerçekten çok hoş. Çok uyumlu bir kızdır o. Aranız nasıl, anlaşabildiniz mi?’ ‘Pek anlaşabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Ben sinirli bir insan değilim fakat sinirlendiğim zaman gözüm hiçbir şey görmez. Ve Düşsel’i evlatlık aldığımdan beri kör gibi geziniyorum, anlıyor musun?’ ‘Hayır bayım, anlayamadım.’ ‘Biz bu semtin en köklü ailelerinden biriyizdir. Bu evin arazisi yüzyıllardır atalarıma aittir. Fakat ben bu neslin son varisiyim ve çocuğum olmuyor. Mirasımı bırakacak bir kız ve bir erkek çocuğu arıyordum. Onlara kendi bildiklerimi, tecrübelerimi ve daha birçok şeyi miras bırakmak istiyordum. İstanbul’un en iyi yurduna gittim. İçlerinden beni en çok etkileyen Düşsel’di. Konuşmasıyla, okuduğu kitaplarla, oturup kalkarkenki edebiyle; her şeyiyle… Ama yok, hiçbir şey dışarıdan görüldüğü gibi değilmiş. Paçalarından vasatlık akan bir kızmış o. Bir insan asil olmayı bu kadar mı istemez yahu? Onu yurtta gördüğümde bu kadar kısa bir ömre bu kadar bilgiyi ve tecrübeyi nasıl sığdırdığını sorguluyordum. Benim ona vereceklerimi hemen kapacağını sanıyordum. Ama yok, o illaki kendi istediği şeyi öğrenecek, istediğini yapacak. Size daha açık konuşacağım. Biz yedi kuşak Müslüman bir aileyiz. Öyle ki, dedemin babası İstanbul müftüsüydü. Ondan önceki atalarım içinden de şeyhlerin olduğu söylenir. İstanbul’a Müslümanlığı biz aşıladık. Ama böyle kutsal bir kanın son bulmasını istemediğim için aynı duyguları paylaştığım bir kız çocuğu ve bir erkek çocuğu istedim. Erkek çocuğunu yakında evlatlık edineceğim ama kız çocuğundan hiç memnun değilim. Öğrendiğime göre ergenliğe girmiş – onu da zorla söylettirdim yoksa haberim olmayacak – ne dini vecibelerini yerine getiriyor ne de kendini sakınıyor … ben şeytan yavrusu almışım da haberim yokmuş. En kısa zamanda onu evlatlıktan çıkartacağım. Gitsin köşe başlarında o benzemeye çalıştığı kadınların mesleğini yapsın. 24
Zaten geldiğinden beridir anlatıp durduğu bir adam var. Kim bilir ona âşık bile olmuştur bu yaşta. Sürekli bana onu anlatıyor, onu görmek, telefonla aramak istiyor. Bak sen şuna! Benim telefonumdan he? Kusura bakmayın ama en sonunda ona bir tane tokat patlattım. Ondan sonra değil adamdan bahsetmek tek kelime etmeye ağzını bile açmadı. Çocuk bu, tatlı dilden ne anlasın dayakla ıslah edeceksin. Hem ne demiş atalarımız? Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.’ Adam konuştukça derin derin nefes alıyordum. Kızcağıza neler çektirmiş kahrolası. Zorla ergenliğe girdiğini öğrenmek ne demek? Psikolojisini çökertmiş kızcağızın. Hem bahsettiği kişi su götürmez bir şekilde benim. Hâlâ beni unutmamış, hatta bana ulaşmak uğruna tokat yemiş. Adamın suratını dağıtmamak için kendimi zor tutuyordum, aynı sabır ve beyefendilikle dinlemeye devam ettim. ‘Bıraksalar şimdi sokağa atacağım da resmî belgelerle uğraşmak çok zaman alıyor. Neyse haftaya tüm işlemler bitecek inşallah. Hem sokağa atsam el alemin diline düşeriz, soyumuzu kurtarayım derken tamamen batırmak istemiyorum.’ ‘Hay soyun kurusun.’ ‘Anlamadım?’ ‘Diyorum ki soyun kurusun be adam! Şurada beni kaç dakikadır tanıyorsun da kendi kızını fahişeymiş gibi anlatmaya kalkıyorsun? Üstelik onun tanıdığıyım. Kız daha on yaşında, on! Müslümanlıkla yobazlığı karıştırma. Hangi kitapta yazıyor bu anlattıkların? O bahsettiğin adam da benim. Şimdi Düşsel’i alıyorum ve gidiyorum, polisi mi arıyorsun avukatını mı arıyorsun kimi ararsan ara. En ufak bir yanlışında ortalığı birbirine katar, yedi düvele rezil ederim seni!’ Böylesi bir tepkiyi kendimden asla beklemiyordum. Doğrusu, böyle bir kişiden böylesi bir karakteri de beklemiyordum ya neyse. Adam karşısında beni bu kadar sinirli bulunca yanlış kişiye konuştuğunu anladı. Böyle bir tepki vereceğimi o da beklemiyordu. 25
Daha fazla beni germemek adına ‘Al kızını ne yaparsan yap. Ama eğer tek bir kişiye dahi bu olaydan söz edersen sana hayatı zindan ederim!’ deyip hizmetçiyi çağırdı. Hizmetçiye ‘Düşsel’i buraya getir, sonra da bu herifle birlikte kapı dışarı et. Düşsel’in tek bir eşya dahi almasına müsaade etme!’ dedi. Hizmetçi daha hareketlenmeden Düşsel kapıda belirdi. Seslerden rahatsız olmuş olacak ki ‘Ne oluyor?’ diye bağırdı. Karşısında beni görünce gözleri tekrardan eskisi gibi gülümsedi. Adama aldırış etmeden bana doğru koştu ve sarıldı. Boyu göğüs hizamı geçmiyordu ama kokusu burnuma kadar geliyordu. Öyle saf ve doğal bir kokuydu ki bu, hiçbir yapaylık ve kozmetik madde içermiyordu. Misk gibiydi… Adam beni omzumdan ittirip ‘Defolun evimden!’ dedi. Gerçekten şansını çok zorluyordu. Düşsel bana dönüp ‘Ne oluyor?’ dedi tekrardan. Gözlerinden korku ve dehşet okunuyordu. Düşsel’in elini tutup terastan çıktım. Aşağı giderken ‘Düşsel vazoyu al,’ dedim. Hiç sorgulamadan aldı. ‘Kır şimdi onu!’ dedim. Hizmetçi bunu duyunca ‘Sakın!’ diye bağırsa da engel olamamıştı. Adam aşağı hızla indi. Ben televizyonun yanındaydım o sırada. Adamın gözlerinin içine gülümseyerek bakıyordum. Hiç istifimi bozmadan televizyonu yere devirdim. Adam burnundan solumaya başlamıştı, bana doğru yürüdü. Nereden çıkardığını anlamadığım bastonu bana vurmak için havaya kaldırdı. Onu havada yakaladım. Gözlerinin içine bir caniymişçesine bakarak ‘Düşsel’in beni bu kadar sevdiğini biliyorsan, onun eski üvey babasını da benim öldürdüğümü bilirsin,’ dedim. O anda gözündeki tüm sinirin yok olduğuna anbean şahit oldum. Gözlerindeki korkuyu görmüş ve bundan son derece keyif almıştım. Aynı korku hizmetliye de geçmiş olacak ki olan biteni bir köşeden pasif bir şekilde izliyordu. Ardından arkamızı dönüp el ele evden ayrıldık. Onu arabaya bindirip evime götürdüm. Yolculuk boyunca ikide bir ‘Geleceğini biliyordum!’ deyip durdu. Evime ilk adımını 26
attığında o kadar heyecanlıydı ki, yürümeyi unutmuş gibiydi. Onunla birlikte mutfağa girdik ve kendimize hafif bir atıştırmalık hazırladık. Düşsel’i evimin balkonuna çıkarttım. Orada yemeğimizi yedik. Yemeği yerken, ağzının küçüklüğünden dolayı yediği her küçük lokma yanağında kocaman bir şişkinlik oluşturuyordu. Bana koca gözlerle ve hayranlıkla bakıyordu. Ona başımı sallayarak ‘Ne var?’ dedim. Benimle konuşmak onun için bir lüksmüş gibi heyecanlandı ve ‘Beni gerçekten seviyorsun,’ dedi. ‘Tekrardan beni kurtardın, benim için kavga ettin.’ ‘Bak Düşsel, benim bir eşim yok, yaşım da geçiyor. Bazı sebeplerden dolayı evlenemedim. Daha ufak yaşta, senden de küçükken, en büyük hayallerimden birisi bir kız çocuğumun olmasıydı. Belki bu eksikliktendir, belki de çok sevdiğim birisine benzemendendir bilinmez seni gerçekten çok önemsiyorum. Bizim kaderimiz aylar önce örüldü. Beni Maçka’ya getiren o başarısız makaleleri yazmaya ilk başladığımda, seninle benim kaderimiz yazılmaya başladı. Bizim birlikte olmaktan başka bir seçeneğimiz yok.’ ‘Beni evlatlık mı alacaksın?!’ ‘Haftaya o adamın babalığından çıkarılacaksın. Resmi olarak o gün seni evlatlık alacağım. Ama evet, şu andan itibaren senin babanım.’ Düşsel sofrayı dağıtırcasına elindeki çatalı ve ekmeği fırlattı ve ayağa kalkıp yanıma koştu. Kucağıma atlayıp ‘Çok teşekkürler,’ dedi. ‘Yüzünü asla kara çıkartmayacağım. Ne dersen yapacağım, asla ortalığı dağıtmayacağım hangi yemeği istersen onu yapacağım!’ ‘Seni evime hizmetçi olarak almıyorum ya da bir zorunluluk olarak seni almıyorum. Gerçekten istediğim için alıyorum ve sen, istediğini yapmakta özgürsün. Benim olduğum kadar, sen de bu evin sahibisin.’ ‘Dünyalar kadar teşekkürler, seni çok ama çok seviyorum!’ O günden sonra ona en kalitelisinden piyano aldım ve onu en yakın okula yazdırdım. Onlarca kıyafet ve oyuncak aldım. Üç kuruş 27
kazancımın hepsini ona yatırdım. Birlikte kitaplar okuyor, araştırmalar yapıyor, enstrüman öğreniyorduk. Günler günleri, aylar ayları kovaladı ve okul dönemi bitti. Yaz tatilinde tamı tamına yedi ülke, yirmi altı şehir gezdik. Onunla vakit geçirirken o kadar eğleniyor, o kadar haz duyuyordum ki, meşguliyetlerden dolayı görüşemediğim dostlarımla zamanım olsa dahi görüşemez olmuştum. Başkasına zaman ayıracağıma ona zaman ayırmayı yeğliyordum. Çünkü o, benim en yakın dostum olmuştu. Düşsel, ne kadar zaman geçerse geçsin bana karşı minnetini asla yitirmedi. Öyle ki, zaman zaman durup ‘İyi ki beni evlatlık aldın,’ diyordu. Ben de ona her gün ama her gün şu cümleyi söylüyordum: Seni çok seviyorum, iyi ki doğdun, iyi ki varsın… Her sabahımız bayram, her günümüz cumaydı. Yaşayamadığı çocukluğunu benim yanımda en başından dört katı hızlı bir şekilde tekrardan yaşıyordu. Sanki ben de içimde bir yerlerde yaşanmamış çocukluğumu onunla oyunlar oynayarak yaşıyor, geçmişi tekrardan yazıyordum. Bir sabah, onunla birlikte kahvaltı hazırlarken bana ‘Benimle neden bu kadar ilgileniyorsun?’ diye sordu. Elimdeki bıçağı bıraktım ve ona döndüm. ‘Sen neden benimle ilgileniyorsun? Neden yurttaki öğretmenlerin gibi gitmem için dua etmiyorsun?’ dedim ciddi bir tavırla. Afalladı ‘Çünkü…’ der gibi oldu. Daha sonra nereye varmaya çalıştığımı anladı ve gülümsedi. Onun boyuna erişmek için çömeldim. Şimdiye kadar bakmadığım kadar derine baktım. ‘Düşsel, bunca zaman seni insanlar sevmemiş olabilir. Bu seninle alakalı bir şey değil, yedi yaşındaki bir kız sevilmemeyi hak edecek ne yapmış olabilir ki? Bu tamamen onların simsiyah kalbi ile alakalı. Hiç şüphen olmasın ki, seni çok seviyorum. Sonsuza dek de seveceğim. Bunu unutma olur mu? Seni sonsuza dek, sonsuz büyüklükte bir sevgi ile seveceğim…’
28
Okul sezonu tekrar açılmıştı. Düşsel, henüz filizlenmiş bir tohum gibiydi; ona ne kadar su ve ışık verirsem o kadar fazla gelişiyordu. Ona verdiğim sevginin ve ilginin meyvelerini her gördüğümde daha da şaşırıyordum. ‘Şu cansız tohum ve topraktan bu çiçek nasıl açtı?’ diyordum. Cevap basitti: Sevgi ve emek ile… Birinci dönemini sınıfındakileri geride bırakarak, hatta zaman zaman öğretmenlerini bile geride bırakarak tamama erdirmişti. İki bin yirmi iki senesinde ara tatil, bayramlar ve yoğun kar yağışından dolayı birkaç gün geç başlamış ve olması gerekenden iki hafta uzun sürmüştü. Bu üstün başarısına bir ödül olarak bu zamanı kullanmalıydım, onu tatile çıkarmalıydım. Tam da bu dönemde, kaos teorisi hakkında yazmış olduğum makaleler bir yerlerde birilerinin hoşuna gitmişti. Avrupa’nın önde gelen Fizik Profesörü Arora Aldrin, beni yanında çalışmam için iş görüşmesine çağırmıştı. Telefonun öteki ucundakinin o olduğunu duyduğumdan beri kendimde değildim, ne derse liseli âşıklar gibi onaylıyordum. Ta ki iş görüşmesi için beni yanına çağırına kadar… Nazik ve cezbedici davetini uygun bir dille erteledim. Oldukça şaşırmıştı, durumu birkaç cümlede özetlediğimde ‘Anlıyorum, benim de bir kızım var. Şu anda Lübnan, Beyrut’tayım. Orta Doğu’nun dehalarıyla bir toplantı yapmak için buraya geldim. Toplantımız günler sürdü, bugün de son gündü. Ben de hemen dönmek yerine burada birkaç hafta daha kalıp tatil yapma kararı aldım. Eğer senin için de uygunsa, seni Lübnan’da ağırlamak benim için büyük bir mutluluk olacaktır. Hem tatil yapar hem de iş görüşürüz,’ dedi. Konuşurken o kadar ikna edici ve anaçtı ki, reddetmek mümkün değildi. Kabul ettikten sonra Düşsel’e durumu izah etmek için biraz sıkıldım. Çünkü o İskandinavya’da tatil geçireceğimizi düşünüyordu. Ona Lübnan’ı söylediğimde yüzünde anlamsız gülücükler açtı. ‘Orayı biliyorum! Okuduğum birkaç kitap orada geçiyor,’ dedi. Verdiği tepki sırtımdan büyük bir yükü kaldırmıştı. Bunun üzerine 29
Düşsel’in de isteğiyle Beyrut’un birkaç fotoğrafını birlikte inceledik. O kadar etkileyiciydi ki, hemen o gün bilet aldık. Ne de olsa Beyrut’tan bahsediyorduk; Ortadoğu’nun mağrur kadını, Doğu’nun Paris’i… Beyrut’a vardığımızda havalimanı çıkışında bizi lüks bir araç karşıladı. Şoför bize o kadar saygı gösteriyor, o kadar özenle hizmet ediyordu ki bir anlığına kendimi Ortadoğu’nun veliahdı sandım. Bizi kalacağımız otele bıraktıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Düşsel ile o kadar heyecanlıydık ki, otele varır varmaz eşyalarımızı dizmek ya da dinlenmek yerine ilk iş pencereye yapışıp Beyrut’u temaşa etmek oldu. Fotoğraflarda olduğundan çok çok daha güzeldi. Kısa süreli kestirmeden sonra Bayan Aldrin ile bir kafede buluştuk. İkimiz de kızlarımızı yanımızda getirmiştik. Düşsel, İngilizceyi Türkçe kadar olmasa da iyi bildiği için iletişimde bir aksaklık yaşamadık. Yalnız onun kızı Hannah Aldrin, benden bir yaş büyüktü. Hannah, annesi kadar adını duyurabilmiş bir bilim insanı olamasa da kendi alanında büyük işlere imza atmıştı. Kendisi Neo Quantum alanında hatırı sayılır bir kişiydi. Onunla tanışmak, kısa sürede beni annesinden daha çok girdabına çekmişti. Arora, tıpkı CERN gibi kendine has nükleer araştırma merkezi kurmak istiyordu. Çoğu bilim insanını da Ortadoğu’dan seçmişti. Bunun sebebini sorduğumda ‘Sizi buraya çağırma sebebim Kaos Teorisi hakkında yazdığınız makaleler. Kaosu iyi bilirsiniz. Kaosun olduğu yerde sanılanın aksine beyin çok daha fazla çalışır. Ne kadar sıkışırsan, o kadar geniş düşünürsün. Sanırım milyonlarca yıllık evrimimizin sonucu bu. En büyük buluşlara, kitaplara, filmlere bakın. Hepsi ya ekonomik ya sosyokültürel ya da bizzat savaş gibi buhranların meyvesidir; hiçbirisi değilse de mucidine soracak olursanız hiç şüphesiz çok yoğun bir bunalımdan geçtiğini söyleyecektir sizlere,’ diye cevap vermişti. 30
İşin detaylarını bana Hannah anlattı. ‘Sadece nükleer enerji veya atomlar alemini incelemeyeceğiz, atom altını yani kuantum alemini de inceleyeceğiz. Bilirsin, atom altı alemde kendi yasalarımız işlemez ve klasik düzen yoktur. Kaos hâli mevcuttur ve kaos teorisi kaostaki düzeni anlatır. Bu sebeple bize bir kaos teorisi uzmanı lazımdı. Ama bu, buzdağının görünen kısmı. Senin diğer makalelerini de okudum, gerçekten fiziğe bakış açın diğer bilim insanları gibi değil; bu benim ilgimi çok çekti. Birlikte fizik alanında bir devrim yapacağız!’ Hannah konuştukça benim iştahım kabarıyordu. On dakikada ikna olmuştum. İş faslı bu kadar sürmüştü, on dakika. Geri kalan iki saat boyunca kendi hayatlarımızdan, en son çıkan filmlerden ve Türk Kültüründen bahsettik. Hannah Türk Kültüründen konu açılmasının üzerine Lübnan’daki bir Türk Köyü’nden bahsetti. Akkar şehrinin, Kavaşra köyü Türklere ait bir köymüş. Bu benim oldukça dikkatimi çekmişti, nasıl bunca zaman haberim olmamıştı? Hem de Lübnan’a karşı özel bir ilgim olmasına rağmen… Bu sırada Düşsel ile Hannah o kadar iyi anlaşmışlardı ki, ilk defa Düşsel’in benden başka birisine bu kadar ilgi gösterdiğini görmüştüm. Evet, bir bakıma Düşsel, içindeki anne eksikliğini Hannah ile gideriyordu ve hiç şüphesiz otele döner dönmez Hannah ile ilgili imâlı imâlı konuşacaktı. Şüphemde haksız çıkmıştım. İmâlı konuşmasına başlamak için otele varmayı veya kafeden ayrılmayı beklememişti, bizzat Hannah ve Arora’nın yanında bu cüreti göstermişti. ‘Hannah Hanım, gözleriniz babamınkine ne kadar da benziyor! İkinizin de yemyeşil gözleri var. Geçen okuduğum bir kitapta şöyle bir söz geçiyordu: Gözler kalbin aynasıdır. Gözleriniz bu kadar benzediğine göre, kalbiniz de benziyor olmalı.’ Hannah, Düşsel’in nereye varmaya çalıştığını anlamıştı. Onun gönlünü yapmak için mi yoksa kıtaları aşan bir özgüvenden dolayı 31
mıdır bilinmez, bana hafiften gülümseyerek yaklaşıp ‘Evet gözlerimiz aynı. Kalbimiz hakkında yorum yapmak için kitaplarda geçen sözlerden daha fazlasına ihtiyacımız olacak. Belki çarşamba günü karşılıklı o sözleri ederiz?’ dedi. Ondaki bu neşe ve özgüven bana da güven vermişti. Ben de ona biraz daha yaklaştım. Aramızda çok az bir mesafe vardı. ‘Çarşamba günü yine burada,’ dedim. Ona bu kadar yaklaşmak kalp ritmimle oynamıştı. Kendi gözlerimin güzelliği hakkında öz farkındalığım vardı, bu yüzden kolay kolay her gözden etkilenmezdim ama Hannah’ın gözleri sadece bir çift göz değildi. Yani cansız bir şehir manzarasına bakıp güzelliği ile etkilenmek gibi değildi bu, çok derin ve anlamlı bakıyordu, sanki gözlerinin renkli kısmı bir perdeydi de arkasında kâinatın sırları gizliydi. Saçlarının siyahlığı uzayın karanlığını hatırlatıyordu ilginç bir şekilde. Bu karanlık, bembeyaz yüzünün bir Güneş gibi ışıldamasına sebep oluyordu. Evet, kısacası Düşsel’in istediği oluyordu; ona ilgi duymaya başlıyordum. Sohbetimiz beklediğimden de samimi ve keyifli geçmişti. Zaten buraya tümden yabancıydım, onların bu sıcaklığı beni, olması gerekenden daha çok etkilemişti. Otele döner dönmez Düşsel, Hannah’ın ne kadar güzel olduğundan ve ne kadar iyi birisi olduğundan bahsetmeye başladı. Dakikalarca konuştu. Anlamıştım, bencilce bir duygu da olsa, benim iyiliğimden çok kendisine bir anne arıyordu. Ona kızmıyordum, sonuçta çocuklar dünyayı kendilerinin etrafında döndüğünü sanırlardı. Başlarına gelen her şey onların sebebiyle gelir, dünyada cereyan eden her olay onlar için yaşanırdı. Onun bu isteğinin dışında, evet, ben de müstakbel bir eş arıyordum. Yaşım geçmek üzereydi ve artık sorumluluğumda olan bir kız çocuğu vardı. Hem Hannah, gerçekten de hayallerimi süsleyecek güzellikte bir kadındı. O da benim gibi uzun boylu, bilimle ilgilenen, Türk Kültürü ile bağı olan birisiydi. 32
Gece yatarken Hannah’ı düşünüyordum. Onu düşündükçe yıllar önce, lise döneminde yaşadığım o tatlı heyecana tekrar kapılıyordum. Ne kadar özlemiştim bu masum heyecanı, asil duyguyu… Sabahın ilk saatlerinde Düşsel ile Beyrut sokaklarına daldık. Öyle çok yer gezdik, öyle çok yürüdük ki; ayağımın ağrısını şimdi dahi hatırlıyorum. Orada küçük tarihi dükkânları gezerken, Düşsel birden duraksadı. Dükkânın önünde dikeldi ve camdan içeriye derin derin baktı. Saçını okşayıp ‘Ne oldu Düşsel?’ dedim. Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra bana dönüp ‘Bu annemin kolyesi,’ dedi. Bunu duyar duymaz dükkândan içeri baktım. Kolye, en gözde yerde, diğer kolyelerden bir parça yüksekte ve ışıklar altında sergileniyordu. Bu bir ouroboros kolyesiydi. Ouroboros, kendi kuyruğunu yiyen yılanın ismiydi; sonsuzluğu, kendini yaratmayı, paradoksu nitelerdi. Kendi kuyruğunu, sonsuz işareti oluşturacak şekilde yiyen bir yılan… Kendi kuyruğunu ısıran bir yılan kolyesi olduğuna bakma, öyle asil ve nahif duruyordu ki, bir kadın gibi etkilenmiştim. İncecik gümüşten zincir, küçük ama ihtişamlı yılanı ışıldayarak tutuyor; içerdiği anlamlar ile yalnızca gönlü değil aklı da kendisine tutsak ediyordu. Hiç düşünmeden dükkâna girdim. Bunu gören Düşsel kolyeyi alacağımı anladı, heyecandan yerinde duramıyordu. Benden önce kendisi kolyenin fiyatını sordu. Adamın cevabı paradan puldan pek anlamayan Düşsel’in bile ağzını açık bırakmıştı. Adama ciddi ve kızgın bir tavırla ‘Neden bu kadar pahalı? Gümüşten bir kolye işte, bizi turist gördün de kazıklamaya mı çalışıyorsun?’ dedim. Adam bir cahille konuşuyormuş gibi gülümsedi. Gururla kolyenin yanına gitti ve mankenin boynundan çıkarıp kutunun içine koydu. Kutuyu önümüze aşağılar bir tavırla bırakıp kapağını açtı.
33
‘Bu kolyeyi özel yapan şey gümüş olması ya da ouroborosu taşıması değil. Bu kolye bir tarihi eser niteliğinde. Bundan yaklaşık yüz sene önce sürgün edilen Osmanlı Hanedanından bahtsız sultan, Neslişah Hanımın kolyesidir bu. Neslişah Sultan, Osmanlı’nın en güzel sultanlarından birisidir fakat kaderi hiç öyle değildir. Siz zaten bunu benden iyi biliyorsunuzdur. Mısır’a sürgününün ardından orada yaşamını sürdürmek için bu kolyeyi satıyor ve merhum dedem Mısır’daki evinin karşılığında kolyeyi satın alıyor. Durumum şu an pek iç açıcı değil, müzelere de bu kolyenin Neslişah Sultan’a ait olduğunu kanıtlayamıyorum. İki yüz yıl önce yapıldığına ikna oluyorlar fakat Neslişah Sultan’a ait olduğuna kanıt getiremiyorum. Ben de ederinden düşük bir fiyata bunu satma kararı aldım. Bu söylediğim fiyata aldanmayın, normalde paha biçilemez. Yalnız söz aramızda, bu ülkeden kaçmam gerekiyor. Altı ay önce darbe ile başa geçen askerler, bizim gibi yabancı uyruklu esnaflara hiç iyi gözle bakmıyor. Gerekli parayı biriktirip hemen gideceğim buralardan.’ Adamın anlattıkları bana doğru gibi gelse de hiçbir kanıt olmadan bir kolyeye bu kadar fazla para vermek akıl kârı değildi. Adama şüpheci bir tavırla ‘Sana neden inanalım?’ dedim. Adam gülümseyip ‘Neden inanasınız ki?’ diyerek kutuyu kapattı ve kaldırdı. Düşsel bana kocaman gözlerle bakıp ‘Baba ama o annemin kolyesi,’ dedi. O kadar içten söylemişti ki bunu, o an varımı yoğumu hatta gerekirse bir böbreğimi de verip o kolyeyi alma iştiyakı doğdu içimde. Adama ‘Durun beyefendi,’ dedim. ‘Size yalancı demiyorum ama mutlaka bir kanıt vardır.’ ‘Bir tane kanıt var ama müzeler için yeterli bir kanıt değil.’ ‘Nedir?’ ‘Dedemin Neslişah Sultan’a sattığı arazinin ve evin anlaşması var. Fakat karşılığında bir kolye alındığı yazmıyor anlaşmada.’ ‘Anlaşmayı görebilir miyim?’ 34
Adam arkasındaki duvarı gösterdi. Duvarda çerçeveletilmiş, Arap alfabesi ile yazılmış bir anlaşma vardı. Çerçeveyi indirdi ve bana gösterdi. Arap alfabesini okumayı biliyordum fakat kelimelerin anlamını bilmiyordum. Sadece ‘Neslişah’ kelimelerini ayırt edebildim. Bu bile benim için yeterliydi. Daha fazla kanıta gerek yoktu. Adama ‘Bu kolyeyi benim için iki gün boyunca saklar mısınız? Yeterli parayı bulup geleceğim. Yalnız, bana söylediğiniz fiyattan bir kuruş fazlasını ödemem,’ dedim. Adam elini uzattı ‘Anlaştık,’ dedi. ‘İki gün bittiğinde tekrardan çıkartırım ona göre.’ Başımla onaylayıp selam verdikten sonra çıktım. Düşsel heyecandan yerinde duramıyor ‘Aldık mı baba, aldık mı?’ diye bağırıyordu. Gülümseyerek ‘Parayı bulabilirsem aldık,’ dedim. Düşsel omuzlarını düşürüp ‘Ama bizim o kadar paramız yok,’ dedi. Eğilip onu kendime çevirdim. ‘Nereden biliyorsun o kadar paramız olmadığını? Senin baban isterse bu dükkânı satın alır.’ ‘Gerçekten mi?’ ‘İki gün bile sürmeyecek, inan bana.’ ‘Söz mü?’ ‘Söz!’ Kendi aramızda anlaşmamızı da yaptıktan sonra birkaç saat daha gezip otele döndük. Düşsel, yorgunluk ve mutlulukla uykuya dalmıştı. Bense parayı nereden bulacağımı düşünmekten geceyi gündüz etmiştim. Hiçbir çıkar yolum yoktu. İstanbul’daki müstakil evimi satmaya karar verdim. Gün ağardığında emlakçı dostuma teslim edecektim. Eminim bir haftayı bulmadan ev satılmış olacaktı. Parayı düşünmekten, çarşamba günü olan randevum tamamen aklımdan çıkmıştı. Hem uykusuzdum hem beş parasız hem de mutsuz. Fakat yine de Düşsel’i birkaç saatliğine otel odasında bırakıp randevu için otelden ayrıldım. 35
Buluşma yerine geldiğimde Hannah çoktan oradaydı ve kahve içiyordu. Heyecanım gitgide artıyordu. Hiç heyecanlanmamış gibi, sanki iş görüşmesine gelmişçesine ağır adımlarla kafeye girdim. Uzaktan göz göze geldiğimizde istemsiz bir refleks ile gülümsedik. Ayağa kalktı ve beni karşıladıktan sonra el sıkışıp masaya oturduk. Ben de kahve sipariş ettim. Beni süzdükten sonra ‘Tıraş olmuşsun,’ dedi. Gülümsedim. ‘Sizin gibi bir hanımefendiyle buluşmaya kirli sakalla gelmemi beklemiyorsunuz herhâlde?’ dedim. Eliyle yüzünü göstererek ‘Ben de makyaj yaptım,’ dedi. ‘Makyajı hiç sevmem, eğreti duruyor bende. Yüzüme tutkal sürmüşler gibi hissediyorum.’ O sırada kahvem geldi. Kahvemden bir yudum aldıktan sonra püskürtmemek için kendimi zor tuttum. Yüzümdeki tiksintiyi sezmiş olacak ki kahkaha attı. ‘Sen de mi beğenmedin?’ dedi. ‘Bu nasıl bir kahve, çok acı.’ ‘Evet, öyle. En iyisi iki tane gazoz söyleyelim.’ Kahveleri kaldırtıp gazozları sipariş ettikten sonra derin bir nefes aldık. Damağımızın temizlenmesinin verdiği rahatlama hissiyle çenemiz düştü. Ona ilk buluşmada bahsetmediğim Düşsel’in hayatından, başarısız makalelerimden, hayallerimden bahsettim. Öyle iyi bir dinleyiciydi ki, o dinledikçe anlatasım geliyordu. En sonunda dünkü kolye olayından bahsettim. Bunu duyar duymaz sözümü kesti. ‘Aras ne evi satması ne kredisi, neyden bahsediyorsun sen? Hiç itiraz kabul etmiyorum, o kolyeyi sana ben hediye edeceğim.’ Hannah ve Arora gerçekten çok zengin iki insandı. Bu kolye onların bir aylık kazançları kadardı. Fakat bunu kabul etmedim, edemezdim. Beynelmilel camiada herkesçe bilinen centilmen portreye asla yakışmazdı ilk buluşmada milyon dolarlar borç almak. Ama Hannah o kadar zarif bir insandı ki, bunun centilmenlikle ya da zayıflıkla bir alakasının olmadığını bir insanlık hâli olduğunu anlattı. Hem 36
onların bir çalışanı olduğumu, maaşımı ona göre vereceklerini, bunun bir hibe değil borç olduğunu söyledi. Altımdan girdi üstümden çıktı ve en sonunda beni ikna etti. Gerçi bu söylediklerinin hiçbirisine inanmıyordum. Çünkü bana otuz sene hiç maaş vermeden çalıştırsalar bile bu parayı karşılayamazdım. Fakat o, duymak istediğim şeyleri çok iyi biliyordu. Bir nevi o beni, ben de kendimi kandırıyordum. Birlikte kafeden çıkıp dükkâna gittik ve kolyeyi aldık. Bunun karşılığında sadece bir istekte bulundu, ayrılana dek kolye onun boynunda olacaktı. İçerdiği anlamlar, geçirdiği sergüzeştler ve cep yakan değeri ile Hannah’ın da ilgisini çekmişti bu kolye. Beyrut’un sokaklarında yürürken, ansızın koluma girdi. Gönlüm pır pır atmaya başlamıştı. Adımlarımı yavaşlattım ve kolumda geçirdiği süre uzasın diye yavaş yavaş ilerlemeye çalıştım. Ağır ağır ilerlerken ‘Sen hiç âşık oldun mu?’ dedi. Afalladım bu soru karşısında. Geçmişteki deneyimlerimi hayal ettim. Lisede arka sıramdaki kız, karşı komşumun ortanca kızı, laboratuvardaki kimyager kadın ve kuzenim ile ortak arkadaşım olan kızıl saçlı kadın… hiçbirisi daha önce, şimdiki bu heyecanımı bana vermemişti. ‘Hayır olmadım. Ben aşka inanmıyorum. Üremek, çocuk büyütmek, sosyalleşmek için tabii bir şekilde var olmuş bir duygu. Hayvanların sahip olduğu hislerin biraz daha gelişmişi, çokça süslenmişi…’ Sözlerim Hannah’ı şaşırtmıştı. Kolumdan çıktı ve bana “Bu hayatta bir şey öğrendiysem eğer, o da hislerimden başka hiçbir şeye inanmamaktır. Ve Aras şunu bil ki, sırf sen henüz deneyimlemedin diye dünyanın herhangi bir yerinde bu duygu yaşanmıyor demek değil. Sevda hep vardı ve zamanın her diliminde birilerine emanet bir şekilde var olmaya devam edecek…” Onun bu sözlerinin üzerine gözlerine iyice baktım. Dedikleri yüreğimde yer edinmişti. Sanki içimde bir yerlerde terfi etmişti 37
birdenbire. Neredeyse Düşsel ile aynı makama ulaşmıştı, sanırım ona karşı hislerim bir başka seviyeye ulaşmıştı. Yüzümde oluşan tebessüm onun da yüzüne yansımıştı. Bu defa ben onun koluna girdim. Birlikte salına salına dik yokuşu çıktığımızda tüm Beyrut ayaklarımızın altındaydı. Hannah eliyle uzaklardan bir yeri gösterdi ‘Bak, tıpkı bizim gibi!’ dedi. Eliyle gösterdiği yerde pek de bir şey göremedim. ‘Nereden bahsediyorsun?’ dedim. ‘Şurada camii var ya işte!’ dedi. ‘Nesi bizim gibiymiş?’ dedim. Az önce kurduğu cümlelere bakılırsa, yine dilinden şiir kitaplarına yazılası cümleler dökülecekti. ‘İki tane minaresi var. İkimiz de minare gibi geziniyoruz ortalıkta. Kocaman boyumuz var!’ dedi ve kahkaha attı. Böylesi bir cevabı gerçekten beklemiyordum. Zayıf bir anıma denk gelmiş olmalı ki gerçekten katıla katıla kahkaha attım. Zaten o anı nasıl unutabilirim ki? İçten güldüğüm son gün, son an o andı. Neşeli ve güleç hâlimi hatırlayan herkesi yitirdim, artık her şey soluk ve siyah… O günün sonunda otele beklediğimden de geç gittim. Otele girdiğimde Düşsel’in asık suratını gördüm. Eve geç gelmiş kız çocuğunun annesi gibi bakışları vardı. ‘Söz verdiğinden geç döndün,’ dedi. Gülümsedim ve yanına gidip karşısındaki koltuğa oturdum. ‘Söz verdiğimden geç döndüm.’ ‘Ben de onu söylüyorum.’ ‘Hayır, söz verdiğimden dolayı geç döndüm.’ ‘Anlamadım?’ Koltuktan kalkıp karşısında evlilik teklif edecekmişçesine çöktüm. Arka cebimden çıkardığım simsiyah kutuyu karşısında hafifçe açtım. Annesinin kolyesini ona getirmiştim. Görür görmez çatık kaşları ağlarcasına indi ve yüzü yumuşadı. ‘İnanmıyorum baba!’ diye haykırdı. Kolyeyi çıkartıp boynuna astım. Ağlamaya başladı. O kadar sevinçliydi ki hem ağlayıp hem gülmekten teşekkür bile edemiyordu.
38
O gün, tüm gün boyunca eli boynunda gezdi. Annesini tekrar hissediyor, her şeyi tekrar yaşıyor gibiydi. İlk defa o gün, annesi hakkında konuşabilecek durumdaydı ve ben ilk defa o gün ondan annesini anlatmasını istedim. ‘Annem çok güzel bir kadındı, okuma yazmayı ilk söktüğüm andan bu yana, hatta okuma yazma bilmeden evvelki zamanlarımda; dinlediğim ya da okuduğum masallardaki tüm prensesler hep annemmiş gibi gelirdi bana, onları hep öyle hayal ederdim. Her öyküdeki güzel olan, masum olan, iyi olan hep annemdi. Sapsarı saçları, masmavi gözleri vardı. Yüzünün kemikleri besbelliydi. Gülümsediğinde yanaklarındaki kemikler yüzüme çarparcasına belli olurdu. Çokça kitap okur, çokça gezerdi. Evimizde televizyon ya da radyo yoktu. Kocaman bir kütüphane ve kocaman bir oyuncaklar dolabımız vardı, yani her şey bizim hayal gücümüze kalmıştı. Çok güzel yemekler yapardı, karnımın yaşlı amcalar gibi şiştiğini görmeme rağmen yemeğin güzelliğinden bir tabak daha isterdim hep. Aklına gelebilecek bütün enstrümanları bilirdi, hepsini bana öğretmeye niyetliydi fakat ömrü sadece piyanoyu öğretmeye yetti. Çok hoş sesi vardı, bazen sabahın köründe eline bağlama alır öyle gür türküler söylerdi ki, onun bu sesiyle her uyanışımda neşeyle yanına koşar onu dinlerdim. Bazen de telefonundan bir müzik açar, tek başına kuğu gibi süzüle süzüle dans ederdi. Ben de onun güzelliğini lekelercesine çirkin ve amatörce dansımla ona eşlik ederdim. Dediğim gibi babamı hiç tanımadım ama anneme hep onu sorardım, o da pek de bir iştahla anlatırdı. Sanki anlatırken her şeyi tekrar yaşıyordu. Babamın yakışıklılığından, kültüründen, zekasından bahsettikçe beni de kendi gibi babama âşık ediyordu. Fakat bizi neden terk ettiğini sorduğumda hiç cevap vermiyordu. Bu sorunun onu ne kadar üzdüğünü anladığımda bir daha hiç sormadım ama hep merak ettim. 39
Annem sıkça bana ‘Senin hakkında bir kehanet var ve büyüdüğün zaman sana bunu anlatacağım,’ derdi. Böyle şeylere pek inanmazdı, neyden bahsettiğini hiç öğrenemedim. Annem bana okuma yazmayı ben daha beş yaşındayken öğretmişti. Ara sıra onun kitaplarını açar bakardım, o kadar kalın ve karmaşıklardı ki en büyük hayalim o kitapları anlayarak okumaktı. Geçen gün sen ve Hannah arasında geçen konuşmalara çok benziyordu yazanlar. Karadelik, atom, kuantum gibi karmaşık şeyler yazıyordu. Hatta seninle yaptığımız işlerin aynısını o da yapıyordu, yıllar sonra anladım ki o da bilim insanıydı. Annem zengin bir kadındı; evleri, arsaları, koca koca teknolojik aletleri vardı. Bizim yaşadığımız ev müstakil ve üç katlıydı, bunun bodrum katı tamamen annemin mesleğini icra ettiği yerdi ve beni asla içeri sokmazdı. Cız var, der geçiştirirdi. İşte tüm bu evler ve arsalar annem öldükten sonra bana bırakıldı. Sonra üvey babam olacak adamlar eğitimim ve kişisel gelişimim için harcayacaklarını söyleyerek hep mirasımı yediler. Şimdi sadece annemin evi kaldı, oraya da gitmek istemiyorum artık. Bana annemin hasta hâlini hatırlatıyor. Annem kanserden ölmüştü. O kadar zayıflamış, o kadar güçsüzleşmişti ki; onun elini son tutuşumda elini kaldıramamıştı bile. İlk başta doktorların zoruyla hastaneye kaldırıldı. Sonra, her şeyi düzeltebilirim çok yaklaştım, diyerekten eve geri geldi ve tekrardan o ölüm mahzenine indi. Orada geçirdiği her gün daha da bir ölüyordu. Orada onu öldüren bir şey vardı, onu benden her geçen gün çalan bir şey. En sonunda doktorların zoruyla hastaneye kaldırıldı ve iki hafta sonra öldü. Ölmeden önce, seni sonsuza dek seveceğim, dedi. Sonra bir şey daha demeye kalkıştı. Zamanda kayboldum, dedi. Anlamadım, kulağımı yaklaştırdım. İzin verme, dedi. Sonra bilinci kapandı ve bir gün sonra öldü. Bu kolye de son görüşmemizde onun boynundaydı, o öldükten sonra gömülene kadar benden uzak tutuldu, demek ki kolyeyi o sırada aldılar. Şimdi tekrardan boynumda, kalbimin hemen üstünde. Onun kokusunu, dokunuşunu hissediyorum. Annemi hissediyorum…’ 40
Anlattıklarını ilk defa duymuştum. Bu kadının bir bildiği vardı, belliydi. Daha sonra ‘Neden daha önceden evinizin olduğundan bahsetmedin?’ dedim. Kızgın bakışlarla ayağa kalktı, az önceki tebessümünden eser yoktu. ‘Al işte!’ diye haykırdı. ‘İşte bu yüzden baba! Sen de annem gibi meraklısın. Orada annemi öldüren bir şey vardı. Seni de öldürecek, buna asla izin vermem. Eğer oraya bir kereliğine bile gitmeye kalkarsan bir daha yüzüne bile bakmam!’ Sözleri son derece ciddi ve sertti. Hiç ısrar etmeden kabul ettim ve onun üzerindeki hüzünle harmanlanmış siniri almak için konuyu değiştirdim. Kısa bir süre sonra da uykuya daldık ama Düşsel’in anlattıkları hâlâ aklımdaydı, öyle ki iki gün üst üste rüyama girmişti ve annesi bana ‘İzin verme!’ diyordu. Çok ama çok etkilenmiştim Düşsel’in annesinin hayat hikâyesinden. Ertesi sabah Hannah’ın daveti, Düşsel’in ısrarı ile Lübnan’daki Türk köyüne gitme kararı aldık. Arora ve Hannah, bizi otelin önünden aldıktan sonra birkaç saat süren araba yolculuğunun sonunda Akkar’a vardık. Yolda aldığımız piknik eşyaları ile büyükçe bir Meşe ağacının altında yemek yedik. Ömrümün en huzur dolu anlarından birisiydi. Bir yanda sevdiğim kadın, bir yanda hayatımda rol model aldığım ve aynı zamanda patronum olan kadın, bir yanda da kızım olsa ancak bu kadar seveceğim kız… her şey o kadar güzeldi ki gözümde, hayatımda ilk defa anı yaşamıştım. Yemeğimizi yedikten sonra Kavaşra köyüne doğru sürdük. Yollar o kadar kötüydü ki, bunca saat geldiğim yolda kalkmayan midem yarım saatte ağzıma gelmişti. En nihayetinde köye vardığımızda ilk gözüme çarpan duvarlara işlenmiş Türk Bayrağıydı. Arabadan inip köyün içine doğru ilerlediğimizde bizi bir delikanlı karşıladı. Bize köy hakkında bilgiler verip köyün içlerini gezdirdi. Zaman zaman çocuklarla sohbet ettik, zaman zaman da halk ile. Türklük şuurundan, Türkiye’den, Lübnan’dan her şeyden sohbet ettik halk ile. Hepsi Anadolu’dan daha dün göç etmiş gibiydi. Düşsel 41
oradaki insanlar ile çok iyi anlaştı, hatta Ege isimli bir kızla – kendisi anne tarafından peygamber soyuna sahip – arkadaş olmuş, saatlerce bizden ayrı yerlerde gezinip oyunlar oynamışlardı. Hava karardıktan sonra muhtarın mülküne ait olan bir otelde konaklamak için yola koyulduk. Düşsel, Ege ile o kadar iyi anlaşmıştı ki Ege de bizimle geliyordu. Ebeveynleri bizim hakkımızda en ufak bir tereddüt duymuyor, aksine çocuklarını yanımızda bulundurmaktan mutluluk duyuyorlardı. Ege ile Düşsel bir kenarda sohbet ederken bir kenarda da bizler sohbet ediyorduk. Arora, gelecekte işlerimizi nasıl yürüteceğimiz hakkında bilgi veriyor, bize büyük büyük hayaller kurduruyordu. O sırada telefonu çaldı, önemli bir şey olduğu bakışlarından belliydi, izin isteyerek yan odaya geçti. O sırada Hannah ile bir başımıza kaldık. Kısa süreli sessizliğin ardından Hannah ‘O gün çok güzeldi,’ dedi. ‘İnsanlar ile sohbet etmeyi pek bi’ severim ama seninle sohbet etmek gerçekten ayrı keyif vericiydi.’ Hannah’ın yanağının kızardığını ilk defa görmüştüm. Hâlâ hangi cesaretle yaptığımı bilemediğim bir hamle ile onu öptüm. Çok kısa bir öpücüktü bu. Ondan önce ben kendimi geri çektim. Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüştüm, özür dilemek istedim ama ağzımdan ‘Seni seviyorum,’ cümleleri çıktı. Sanki bedenimi ben yönetmiyordum. Üremek için evrimleşen bedenim içgüdülerini beynime hükümran kılmıştı o dakikalarda. Kendi içimden ‘Benim sorunum ne?!’ diye kendimi azarlasam da dışarıdan son derece patavatsız ve özgüvenli bir duruşla gözlerinin içine bakıyordum. Ondan gelecek olumlu bir tepkiyi bekliyordum, saliseler ümüğümü sıkıyordu sanki. En sonunda başını kaldırıp bana bakarak ‘Ben de seni,’ dedi. ‘Ben de seni seviyorum Aras.’ O anda içimde sevdiğim bütün şarkıların melodisi çalmaya başlamıştı. Tüm dertlerim ve endişelerim bitivermişti. Kendimi 42
cennette gibi hissediyordum. Öyle ki, bunca zaman sonra tattığım bu heyecan beni genç gibi hissettirmişti. Henüz otuzların başında olsam da yirmilerin başında gibi hissetmek, zamanın sırtını yere sermek gibi hissettirmişti. O sırada içeri Arora geldi. Elindeki telefonu öbür eline telaşla vuruyordu. Bakışlarında bir telaş vardı. İkimiz de ayağa kalkıp yanına gittik, meraklı gözlerle ona bakıyor ‘Ne oldu?’ diye tekrarlıyorduk. Arora ‘Başımız büyük dertte,’ dedi. ‘Hemen İngiltere’ye geri dönmemiz lazım. Araştırma merkezi etrafa radyasyon yayacağı için halk tarafından toplanan otuz beş bin imza sonucu kapatılacakmış. Daha inşası yeni bitmişti, o kadar para, o kadar emek, o kadar zaman…’ Arora gibi soğuk kanlı bir kadını ilk defa bu kadar telaşlı görmüştüm. Hannah ‘Başka ülkeye açsak olmaz mı?’ dedi. Arora ‘Avrupa Birliğinde CERN varken kimse bize pabuç bırakmaz. Bakma, bu imza işinin altından da istihbarat çıkacaktır,’ dedi. O anda kafamda bir şimşek gibi çakan fikir daha ağzımdan çıkmadan yüreğimde çağladı. Hayali bile güzeldi. ‘Türkiye’de niçin açmıyorsunuz? Hem ülkemiz bu gibi şeyleri çok talep eden fakat arz edemeyen bir ülke olduğu için finansmanını sağlayacaklarına eminim, hatta öyle ki belki de yetmiş kat daha aza mal olabilir.’ Bu fikri kabul etmeyeceklerini daha ağzımdan çıkmadan önce biliyordum ama sırf ülkem adına bir adım atmak için bir şeyler yapmış olmak bana iyi hissettirmişti. Fakat yanılmıştım. Bu cümlemin üzerine Arora düşünceli bir şekilde elini çenesinin altına götürdü ve uzaklara daldı. Hannah bu fikre dünden razıymışçasına ‘Anne, çalışanlarımızın hemen hemen yarısı Ortadoğu’dan yarısı da Avrupa’dan. İstanbul da iki kıta arasında muhteşem bir köprü. Hem düşünsene devletin yapacağı katkıyı ve desteği. Bu gibi gelişmekte olan ülkelerin gençleri böyle hamlelere bayılır, gençlikten alacağımız alkışı ve desteği bir düşünsene!’ 43
Arora ‘Peki,’ dedi. ‘Fakat hemen yarın İngiltere’ye dönmem lazım. Aras, sen de benimle gelmelisin çünkü oradan da Türkiye’ye uğrayacağım. Yanımda bir Türk bilim insanının olması çok yardımcı olur,’ Bu cevaba o kadar heyecanlanmıştım ki gözüm kapalı kabul ettim. Hemen Düşsel’i yanıma çağırdım. Ege ile el ele geldiler. Ona buradan ayrılacağımızı söyledim. Asla kabul etmedi. Son derece kızdı, son derece surat yaptı. Ege’den ayrılmak istemiyordu. Fakat ben kararlıydım, hiçbir itirazı kabul etmeyecektim. Ta ki yüreğimde sızısı hâlâ duran o cümleye kadar. ‘Baba senin arkadaşların var, onlarla istediğin zaman vakit geçirebiliyorsun. Hatta onlarla vakit geçirirken beni unutabiliyorsun. Benim ise böyle bir şansım yok, seninle zaman geçirmekten memnunum ama benim senin dışında hiç hayatım yok. Sen değil miydin bana çocukluğumu yaşayamadığımı söyleyen? Bak, ben hâlâ çocukluğumu yaşayamıyorum. Koca koca insanların yapacağı işleri yapıyorum. Hangi çocuk tüm gününü laboratuvar aletlerinin vidasını sıkmakla geçirir ki? Bundan mutsuzum demiyorum ama bunun dışında da bir hayatım olsun istiyorum. Ben Ege’yi çok sevdim. İzin ver bu ara tatilde birlikte olalım. Zaten şunun şurasında yirmi gün kaldı. Hem sen de gördün annemin kolyesini burada bulduk. Annemin bana anlattığı masallarda da burası geçiyordu. Ben annemi hissediyorum burada. Neden bunu benden alıyorsun?’ Düşsel’in bu sözü üzerine ne diyeceğimi şaşırmıştım. Düşünceli hâlimi gören Arora bana dönüp ‘Bu işi yapmak zorunda değiliz, başka bir Türk bilim insanı da bulabilirim,’ dedi. Bu cümlesinin üzerine o kadar sinirlenmiş, olmayan bir insanı o kadar kıskanmıştım ki Düşsel’e ilk defa kızgın bir bakış atmıştım. Düşsel de aynı kızgınlıkla bana bakıyordu. Şükürler olsun ki araya Hannah girdi ve ‘Tamam,’ dedi. ‘Siz gidin ve işlerinizi hâlledin, bir haftaya kalmaz gelirsiniz. Ben de Düşsel ile kalırım. Hem gözünüz arkada kalmasın. Burası 44
Türk köyü ve Düşsel’in çok tatlı bir arkadaşı var. Aras, ona bu fırsatı vermelisin.’ Hannah’ın dediği gibi yaptık ve ertesi gün İngiltere’ye uçmak için erkenden kalktık. Sabahın yedisinde hep birlikte havalimanına gittik. Kısa süreli bir veda da olsa henüz kavuştuğum Hannah’tan ve varlığına tıpkı elim, kolum gibi alıştığım kızım Düşsel’den ayrılmak beni üzüyordu. İlk defa bu kadar uzun süre ondan uzak olacaktım. Zaten gideceğim ülkeden çok, içine dalmış olduğum bu zorlu işten dolayı konfor alanımdan çıkmak, bende gurbet hissi yaratıyorken bir de ailemden, her şeyimden uzak kalmak kendimi çok ama çok güçsüz hissettiriyordu. Hannah’a döndüm. Gözlerinde gururlu bir ifade vardı, sanki gözlerinin içi gülüyordu. ‘Ne o?’ dedim. ‘Gittiğime seviniyor gibisin.’ Arora’ya ve Düşsel’e aldırmadan elimi tuttu. ‘Ne kadar büyük bir işin ilk adımı olduğunu biliyorum. Ondan dolayı çok gururlu ve mutluyum.’ ‘Evet, ben de içimde yakın zamanda olacak büyük işlerin heyecanını hissediyorum. Ben yokken ne yapacaksın? Düşsel, Ege ile birlikte olacak. Canın sıkılmaz değil mi?’ ‘Sence bu köyü bir yabancı olmamıza rağmen senden daha çok bilmemizin bir sebebi yok mu? Burada büyük bir araştırma merkezi var, köyün tam merkezinde. Halk kullanmadığı için işlevini yitirmiş olmalı. Bir bakacağım, belki işe yarar bir şeyler bulabilirim.’ ‘Seni seviyorum, bunu biliyorsun değil mi?’ ‘Ben de seni. Gözlerimin içine bak, bu gözleri unutma. Sonuçta bir insanı unutabilmek için bir hafta yeterli bir süre.’ Hannah, bu sözleri söylerken gözlerimin içine içine bakıyordu. Sanki olacakları günler öncesinden sezinlemiş gibiydi. O gün onun gözlerine son bakışımdı. Ve evet, hâlâ unutmadım o bakışları. Sanki şu an onunla bakışıyor gibiyim… 45
Hannah’a sıkıca sarıldıktan sonra Düşsel’e döndüm ve karşısında çömeldim. Bana dolu gözlerle bakıyordu. ‘Bir haftaya döneceğim,’ dedim. Burnunu hafiften çektikten sonra alt dudağını birazdan avaz avaz ağlayacak bir bebek gibi üst dudağına yapıştırdı. ‘Söz mü?’ ‘Söz veriyorum.’ ‘Beni burada bırakmıyorsun değil mi?’ ‘Neden öyle bir şey yapayım?’ ‘Çünkü benden kurtulmak istiyorsan bu enfes bir plan olabilirdi.’ ‘Bunu bir daha düşünmem gerek Düşsel.’ Ağlamaklı gözleri gülümsemek için kısılınca bir damla gözyaşı düştü sağ gözünden. Elimle sildikten sonra ona sımsıkı sarıldım. Kulağına ‘Baban seni çok seviyor,’ dedim. ‘Sensiz olan bir dünyada yaşayacağıma ölmeyi tercih ederim Düşsel. Bir haftaya kalmaz, sana burada tekrardan sarılacağım. Söz veriyorum, duyuyor musun? Baba sözü!’ Vücutlarımızı ayırdıktan sonra birbirimize kısa bir süre baktık. Düşsel, boynundaki kolyeyi çıkardı ve bana verdi. ‘Beni özledikçe buna dokun, yanındaymış gibi hissedeceksin,’ dedi. Hiç tereddüt etmeden kolyeyi aldım ve boynuma geçirdim. Bir kadının boynunda ne kadar asil duruyorsa, bir erkeğin boynunda da son derece mistik duruyordu. Düşsel’in alnından kocaman öptüm ve Arora ile birlikte uçağa binmek için terminale doğru yürüdük. Son kez selam vermek için arkamı döndüğümde onları orada bulamamıştım. İşte o an, onları sonsuza dek yitirdiğim andı… Uçağa bindikten sonra gelecek hakkında hayaller kurmaya başladım. Hannah ile evlenecek, Türkiye’ye bilimsel anlamda çığır açtıracak kişi olacaktım. Aile hayatım huzurla dolacak, kariyerimde çok başka yerlere gelecektim.
46
Uçak İngiltere’ye indikten sonra geceyi Arora’nın evinde geçirdik. Ertesi sabah erken saatte kalkıp yedi farklı kurumu ziyaret ettik ve her birinde en az yarım saat durduk. Çok fazla yorulmuştuk. Hava tamamen karardıktan sonra eve geri döndük ve Arora’nın elinden muhteşem bir akşam yemeği yedik. Birkaç saat iş hakkında konuştuktan sonra koşuşturmanın verdiği yorgunluk ile kafamızı yastığa koyar koymaz uyuduk. Ertesi sabah ilk uçak ile İstanbul’a uçtuk. Bilet konusunda Arora’nın her yere nüfuz eden elleri sayesinde hiç sıkıntı çekmiyorduk. Şu an bir emrivaki ile Japonya’ya uçma kararı versek, hop oradaydık. Ne ücret, ne sıra, ne zaman… hiçbiri ile uğraşmak zorunda kalmıyorduk. Arora, her şeyiyle beni kendine hayran bırakıyordu. Gerçekten çelik gibi bir kadındı, elinden her şey geliyordu. Onun yanındayken kendimi son derece güvenli ve mutlu hissediyordum. O benim olmak istediğim kişiydi, çıktığım bu yolda rehberim yanımdaydı, daha ne isteyebilirdim ki? İstanbul’a uçtuktan sonra onu kendi evimde ağırladım. Evimde ona kendi ellerimle Türk kahvaltısı – Ege mutfağından elbette ki – hazırladım. Ardından iş görüşmelerimiz başladı. Saatlerce bir o telefon ediyordu bir ben. Tanıdık tanımadık herkesi arıyor, en yetkili kişiye kadar ulaşmaya çalışıyorduk. En sonunda Teknoloji Bakanına bağlanabildik ve bir saatlik bir görüşme sağladık. Evet, bakanımız bizi gözü kapalı kabul etmişti. Üstelik, büyük bir jest yapıp istediğimiz yerde bir arazi seçmemize izin vermişti, hem de hiçbir ödeme yapmadan. Pek tabii bu konuşmalarımız sözde kalmaması için gerekli imzaları atmak adına Ankara’ya uçtuk ve dört saatlik görüşmenin ardından kuracağımız araştırma merkezi resmi olarak tescillendi. Böylece Türkiye’nin şu ana kadar görmüş olduğu en büyük araştırma merkezini kurduk: AVAM. İşte Avrasya Araştırma Merkezi, bu şekilde kuruldu.
47
Bunun üzerine büyük bir kutlamayı hak etmiştik. Muhteşem haberi Hannah’a vermek için onu aradık ama telefonuna ulaşılamıyordu. Kuvvetle muhtemel telefonunun şarjı bitmişti ve uygun bir şarj aleti bulamamıştı veya telefonu o köyden adamakıllı çekmiyordu. Hiç umursamayıp tekrardan İstanbul’a döndük. İstanbul’a indikten sonra evime geçtik. Yolda tamı tamına sekiz bin dolarlık viski ve beş bin dolarlık şarap aldık. Hayatım boyunca çok nadir zamanlarda içki içerdim. Asla sarhoş olmazdım ve hiçbir şekilde bağımlılığım yoktu çünkü bu beyine ihtiyacım vardı. Fakat o gün içtiğim içkinin ve yaşadığım kafanın tadını hâlâ arıyorum ve beni içki sofralarına bu arayış oturtuyor. O kadar güzel bir akşam geçirdik ki o gün Arora ile, ona Hannah’ı sevdiğimi ve bu sevginin karşılıklı olduğunu söyledim. O gün verdiği cevap hâlâ aklımda. ‘Biliyorum ve bu durumdan çok mutluyum. Şunu söylemem gerekir ki Hannah’ın yıllardır bir ilişkisi olmadı, en azından bana söylemedi, bu yüzden onun eşcinsel olduğunu bile düşünmüştüm. Ama seninle yaşadığı her şeyi günü gününe bana anlattı. Bu yüzden onu kaçırmamalısın Aras.’ Bu cevabın üzerine hâli hazırda çakır olan keyfim tamamen doruğa ulaşmıştı. Görmemiş gibi, günlerce su içmemiş gibi, çok derin bir bağımlıymışım da aylarca içkiyi ağzıma sürmemişim gibi içtim o gece. O kadar hafiftim ki, uyuyup uyuyup uyanıyordum. Bir ara kendime geldiğimde Arora’nın dizindeydim. O anda hissettiğim huzuru tarif edemem. Bilerek tekrardan uykuya daldım. Saatler sonra Arora’nın beni dokuz şiddetindeki bir deprem gibi sarsması ile uyandım. Korku ile yerimden sıçradım ve ‘Ne oluyor Arora? Ne oluyor?!’ diye bağırdım. Arora ‘Kavaşra, Kavaşra!’ diye tekrarladı. Onu omuzlarından tutup sarstım ‘Ne olmuş Kavaşra’ya?’ dedim. ‘Vilmodit ilan edilmiş!’ diye haykırdı Arora. Şaşkın bakışlarla ‘Vilmodit de ne demek?’ dedim. Cahilliğimi yüzüme vururcasına sinirle baktı. ‘Lanetlenmiş şehir demek. Kutsal 48
kitaplarda anlatılan Lût Kavmi’ni düşün. Allah onların yaşadığı beldeyi Vilmodit ilan ediyor ve orası helak oluyor. Bunu günümüzde ise hükümetler, isyan eden köyleri Vilmodit ilan edip oradaki halkı açlıkla veya ölümle cezalandırma suretiyle gerçekleştiriyorlar.’ O an başıma gülle çarpmış gibi bir sancı girdi, hummalı bakışlarla Arora’nın suratını süzdüm. Bayılacak gibiydim, nefesim dahi ciğerlerime batıyordu. Yatağa tekrardan oturdum ağır hareketlerle. Arora elimi sımsıkı tuttu ‘İyi misin?’ dedi. ‘Peki, Düşsel ile Hannah da Kavaşra’da mıymış?’ ‘Büyük ihtimalle oradalar çünkü Hannah’a ulaşamıyorum.’ ‘Peki neden? Neden Vilmodit ilan edilmiş?’ ‘Yarım yıl önce Lübnan’da darbe olmuş ve başa ırkçı bir general geçmişti. Araplar hariç her ırka, bunun başında da Türkler ve Yahudiler geliyor, baskı yapıyordu. Kavaşra da Türk Köyü olduğu için generalin oğlunun dikkatini çekmiş olmalı ki köye gözdağı vermek için birkaç adamı ile gidip bir Türk’ü pataklamış.’ ‘Bu ne zaman olmuş?’ ‘Dün sabah. Hâliyle köylüler de buna sessiz kalmamış ve generalin oğlu ile adamlarının etrafını çevrelemişler, sloganlar atmışlar, bağırıp çağırmışlar. Buraya kadar her şey normal, olması gerektiği gibi. Fakat içlerinden birisi tabancasını çekip generalin oğlunu tam alnının ortasından vurmuş. Oysa köylülerin tek niyeti haksızlığa ve zorbalığa sessiz kalmayacaklarını belirtmekmiş fakat içlerinden bir geri kafalı generalin oğlunu öldürmüş. Köylülerin belirttiğine göre bu adam köylü bile değilmiş. Anlaşılan o ki, katil bu olayı bahane edip darbeden ve ırkçı politikadan dolayı generalden intikam almak istemiş, olayı da Kavaşra köyüne yıkmış.’ ‘Aman Allah’ım sadece iki gün yoktuk, neler olmuş öyle. Düşsel nasıl acaba, çok korkmuştur şimdi o. Ne yapacağız peki şimdi Arora, lütfen bir şey söyle.’ ‘Sakin ol Aras, Hannah da Düşsel de Kavaşra köyüne mensup değiller. Uluslararası hukuk gereği onları oradan alabiliriz.’ 49
Üzülmeye vakit yoktu, ilk iş devlet büyüklerini arayarak durumu açıkladık. Olay ta Cumhurbaşkanı’nın kulağına kadar gitti, televizyonlar ve gazeteler ‘Türk Köyü Vilmodit ilan edildi, içlerinde Türkiye vatandaşı bir kız çocuğu da var,’ manşetiyle olayı tüm kamuoyuna duyurdu. Dışişleri Bakanımız darbeci generali aradı ve kızım Düşsel’i köyden çıkarmaları gerektiğini söyledi. General ise tüm dünyaya ve onu tanımayan Birleşmiş Milletlere bir ders vermek adına ‘Aileme bu zulmü reva gören ve orada bulunan herkes bedelini canıyla ödeyecek,’ diyerek turistler de dahil herkesi köye hapsetti. Devreye İngiltere Dışişleri Bakanı da girdi ve Hannah’ı almak için generali uzlaşmacı bir yol izlemeye davet etti. Fakat general hâlâ ısrarcıydı, köydeki herkes ölecekti. Yüz nüfuslu köye tamı tamına üç yüz asker yollamıştı. Yolları, giriş çıkışları, her yeri kapatmıştılar. Haberlerde olayı şişiren gazete ve kanallar yüreğimi yerinden sökecek manşetler atıyorlardı. ‘Darbeci askerler Kavaşra’daki halkı aç ve susuz bıraktı,’ ‘Askerler günde on kişiyi öldürüyorlar,’ ‘Alçak askerler kadınlara tecavüz ediyorlar,’ Kendimi hiç bu kadar bulutlardan düşmüş hissetmemiştim. Hiçbir zaman bu kadar çaresiz ve zorbalığa uğratılmış hissetmemiştim. Ben kendimi nerelere atmalıydım? Hangi çöle, hangi okyanusa? Lübnan’a gitmek çare olur muydu? Aklıma türlü türlü senaryolar getirmiştim. Varımı yoğumu civardaki terörist gruplara verip Kavaşra’yı basmayı, halkı galeyana getirip isyana öncülük etmeyi, elime bir taramalı tüfek alıp herkesi can verene dek vurmayı bile düşünmüştüm. İlk iş Arora ile Lübnan’a gittik. Kavaşra köyünün hemen hemen yirmi kilometre uzağında bir köyde ikamet ettik. İnternetten her şeyi takip ediyorduk. Kim sızdırıyor, nasıl sızdırıyor bilinmez her geçen gün köyden farklı görüntü ve videolar çıkıyordu. Kuvvetle muhtemel propaganda yapmak için darbeci general bilerek birkaç köylüye telefon vermişti. 50
Gelen görüntülerde zaman zaman askerler halktan birisinin bacağına sıkıyor, meydan dayağı atıyordu. Kadınları ortalık malı gibi meydanda oradan oraya atıyorlardı. Ama halk evlerine sığınmamıştı, her gün meydanda askerlere protestolarda bulunuyorlardı. Bazı bazı silah sesleri buraya kadar geliyor, geceleri ‘Ya kızıma sıkılmışsa bu mermi?’ düşüncesiyle beni uykumdan ediyordu. İlk on gün kamuoyu olayı çok irdeledi, her yerde paylaşımlarda bulunuldu. Fakat sonra kimseler umursamadı. Devlet büyüklerinden aldığım duyuma göre Cumhurbaşkanımız ‘Bir piç için koskoca ülkeyi savaşa mı sokacağım?’ diyerek olayı kestirip atmıştı. Kendince haklıydı belki de. Belki de bir subay için Menemen’i Vilmodit ilan eden Atatürk haksızdı, her şey ihtimal dahilinde. Bunca güçsüzlük arasında bir baba gibi elimden tutacak devlet yetkilisi çok ama çok aradım ama bulamadım. İşte ben o gün anladım. Hayır kuruluşları, adalet kurumları hatta kamuoyu vicdanı bile, hepsi koca bir yalandan ibaretti. Hepsi ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,’ diyordu. Sırf ilgi için, belki de oy almak için ses çıkaran insanlar bile bana iyi geliyor, güç veriyordu. Zamanla onlar da gitti. Artık Arora ile ben, bir başımıza kalmıştık. Vilmoditin on yedinci gününde, saat gecenin üçünde yine uykusuz bir şekilde camımın penceresinden Kavaşra’yı seyrediyordum. Kızım ile aramda yirmi kilometre vardı; koşsam, üç saat sonra sımsıkı sarılabilirdim. Fakat ona bile cesaret edemiyordum. Bir erkek gibi, bir baba gibi çıkıp da ‘Kızımı bırakın beni alın,’ diyemiyordum. ‘Bari beni de kızımın yanına alın ne olacaksa yan yana olsun,’ diyemiyordum. Belki de bu içimde bitmek tükenmek bilmez bir umut ışığının gölgelerinden ibaretti. Dışarıda olmak, içeride olmaktan bin kat daha hayırlıydı herkes için. Kederli kederli Kavaşra’yı izlerken telefonum çaldı. Bilinmeyen bir Lübnan numarasıydı bu. Saniyesinde telefonu açtım fakat ses çıkartmadım, karşıdan gelecek sese göre konuşacaktım. Kısa bir 51
sessizliğin ardından karşıdan bir kız sesi ‘Baba?’ dedi. Bu Düşsel’di. Nefesim kursağımda kaldı. Ağlamaya başlamıştım anında. ‘Kızım!’ diye inlettim tüm köyü. Belki de telefonda konuşmasak bile duyabilirdi sesimi. Düşsel benden daha dirayetliydi, onca şeye rağmen ağlamadan konuşuyordu. ‘Baba ben iyiyim.’ ‘Sana dokunmadı değil mi askerler?’ ‘Dokunmadılar ama burada çok fazla ölü var. Suyumuzu kestiler, buzdolaplarında olan son yemekler de bitmek üzere.’ ‘Hannah nerede?’ ‘O araştırma merkezinde bir şeylerle uğraşıyor.’ ‘Siz canınızla uğraşıyorsunuz bu hâlâ atomları mı inceliyor? Kaçık mı bu kadın?!’ ‘Baba bizi buradan çıkart, biz hiçbir şey yapmadık. Yemin ederim hiçbir şey yapmadık.’ ‘Korkma kızım, seni oradan çıkaracağım. Hiçbir şey senin veya köy halkının suçu değil. Birkaç siyasetçinin planlanmış şov gösterisi sadece.’ Kısa süreli bir sessizliğin ardından Düşsel kısık ve ağlamaklı bir sesle ‘Baba çok korkuyorum ben,’ dedi. O anda yüreğime iğneler battı. Bir ebeveynin en büyük görevi çocuklarını güvende tutmaktan öte onların kendilerini güvende hissetmesini sağlamaktır. İki haltı da beceremeyen bir korkaktım ben işte! ‘Korkma kızım, neredesin şu an?’ ‘Telefonu köylülerin birisinden aldım, gizlice konuşuyorum şu an. O yüzden Hannah ile kaldığımız evin bodrumundayım.’ ‘Ben sizin yanınızdaki köydeyim, buradayım.’ ‘Sahiden mi? Burada mısın gerçekten?!’ ‘Evet ya, buradayım. Şu anda sapsarı bir dolunay var, ona bakıyorum. Sen de gizlice bak dolunaya.’ 52
‘Dur üst kata çıkacağım, perde arkasından gizlice bakacağım. Evet, gördüm!’ ‘İkimiz de aynı yere bakıyoruz. Ne zaman kendini kötü hissetsen aya bak kızım, ben de oraya bakıyor olacağım.’ ‘Ya ay da giderse? Tıpkı senin bana geleceğine dair söz verip de bir daha gelmemek üzere gitmen gibi.’ Düşsel’in hesap sorarcasına söylediği bu cümle suratıma bir şamar gibi çarpmıştı, yanağım kulaklarıma dek kızarmıştı. Ağlamam kuvvetlendi, artık bir cezbe hâli gibi engel olamıyordum. Telefonu elimle boğuyordum beni duymaması için. Onun da ağlama sesini duymaya başladım. O da ağlıyordu. En sonunda kendime hâkim oldum ve ‘Söz veriyorum,’ dedim. ‘Tekrardan kavuşacağız kızım. Burada tanışmış olduğum bir ramazan davulcusu var. Her gün saat akşam yedide davulunu ödünç alıp davula vuracağım. Mors alfabesini öğrenmiştik, hatırlıyorsun değil mi?’ ‘Evet baba, hatırlıyorum.’ ‘Her gün sana mesaj vereceğim davul ile.’ ‘Her gün vereceksin değil mi?’ ‘Her gün kızım, söz. Hannah’a telefonu verebilir misin?’ ‘Veremem, akşam dokuzdan sonra sokağa çıkmamız yasak. O araştırma merkezinde şu an. İlk fırsatta seni aratacağım.’ ‘Ona onu kurtaracağımı söyle olur mu?’ ‘Tamam baba, söyleyeceğim. Baba, telefonun şarjının bitmesine yarım saat kaldı. Telefonu kulağıma dayayıp uyuyacağım, sen de bana masal oku.’ Düşsel’in tüm bu hengâme içerisinde hâlâ masalları düşünüyor olması beni çok etkilemişti. Şahit olduğu acımasız gerçekliğin karşısında masallara sığınmak istemişti. Hiç tereddüt etmeden ona Rapunzel masalını anlatmaya başladım. Kocaman bir kaleye hapsolmuş Rapunzel Düşsel’di, onu kurtaracak olan prens ise bendim. Kısacık masalı yarım saate yaydım. Masalın sonuna çok az kala onun var ile 53
yok arası, ritimli nefes alışverişini dinlemeye koyuldum. O kadar özlemiştim ki uyurken alıp verdiği ipeksi nefesi. Ağlaya ağlaya nefes alışverişini dinledim on dakika boyunca. Nasıl oldu hâlâ bilmiyorum ama telefon kapanmadan ben de uykuya dalmıştım. İhtiyacım olan şey çok ağır bir yorgunluk değilmiş, ihtiyacım olan şey kendimi güvende ve huzurlu hissetmekmiş. İlk bulduğum fırsatta da günlerin yorgunluğu ile birlikte uykuya dalmıştım. En tatlı uykularımdan birisi oydu diyebilirim. Fakat uyandığımda telefonu elime alıp bir umut ‘Düşsel?’ deyişimi ve sonrasında gelen sessizliği hatırlıyorum. Allah’ım ne büyük bir pişmanlık, çaresizlik, hasret… Arora’ya telefon konuşmamızdan bahsettim ve o günden sonra gözümüz, aklımız, kulağımız telefonda olacak şekilde geçirdik saatlerimizi. Düşsel’e söz verdiğim gibi her gün akşam yedide mors alfabesi ile ona mesaj verdim. Bu mesaj kimi zaman sevgi ve özlem dolu sözcükler, kimi zaman da umut vadeden tümcelerden ibaretti. Pek de bir olayı yoktu aslında, sadece Düşsel’in yanında olduğumu bilmesini istiyordum. Vilmoditin yirmi üçüncü gününde Arora’nın telefonu çaldı, arayan Hannah’tı. Arora, Hannah ile dakikalarca konuştu, hasret giderdi. En sonunda bana dönüp ‘Seni istiyor,’ dedi. Yıllardır bu anı bekliyormuşum gibi atıldım telefona. ‘Hannah?’ ‘Aras? Ah ulu tanrım, seni ne çok özlediğimi şimdi fark ediyorum.’ ‘Ben de seni çok özledim Hannah. Elimden geleni yapıyorum, kurtaracağım sizi oradan.’ ‘Aras, senin elinden hiçbir şey gelmez. İkimiz de olayların özünü kavrayabilecek zekadayız, işin içine devletler girdi mi masum insanların canı sadece sayılardan ibaret olur. Yıpratma kendini artık.’ ‘Hayır Hannah, böyle konuşma. Sen benim yerimde olsan çabalamadan, yenilgiyi kabul edip oturur musun? Benim orada kızım var, ben artık serden geçtim.’ 54
‘Aras, Düşsel bana emanet. Onun kılına dahi zarar vermelerine izin vermem. Fakat şimdi senden bir izin alacağım, zaten tamamen bu izni almak için bunca risk alıp aradım seni. Olur da işler tamamen çıkmaza girerse, katliamlar turistlere kadar sıçrarsa yani hiçbir umut kalmazsa…’ ‘Anladım Hannah, anladım. Bunu benden nasıl istersin Hannah? Kimin gücü yeter böyle bir cevabı vermeye?’ ‘Sen tanıdığım en realist insanlardan birisin Aras, duygusal olmayı bırak ve şimdi söyle bana. Vaziyet berbat bir hâl alırsa, kötünün iyisini yapmak için, önce Düşsel’i sonra da kendimi öldürmeme izin veriyor musun?’ Soluğumu kesen, beni salisenin binde birinde yeryüzündeki tüm intiharları etmişçesine yoran, tüm kederleri yaşamışçasına yaşlandıran bu cümle hâlâ yüreğimin ve bilinçaltımın en ama en derin yerinde büyükçe harflerle yazılı duruyor. Ve ben böylesi büyük bir cümleye, bir nefeslik düşünme payı dahi vermeden ‘İzin veriyorum,’ dedim. Bazen neyi nasıl yaptığını bilmezsin, sanki bir başkası senin yerine kararları vermiş de sen sadece göz pencerenden seyreden bir yabancıymışsın gibi gelir. İşte bu da öyle zamanlardan birisiydi ve öyle acımasızca zamanlardan birisiydi ki, en şiddetli kararı verip geri kalanı bana bırakmıştı. Birdenbire kendime gelivermiştim. ‘Aras, inan bana son ana kadar hayata tutunacağız. Artık ne uluslararası camia ne de size söz düşer. Bundan sonra kendi ipimizi kendimiz keseceğiz Düşsel ile birlikte. Buradan kaçmanın bir yolunu bulacağım, üzerine çalıştığım çok kaçık bir fikir var. Çok uç bir fikir, belki de ölmekten beter bir şey bu, fakat bu riski almaya değer.’ O kadar kederliydim ki fikrin ne olduğunu bile sormayı akıl edemedim. Az önce verdiğim izini geri almak için zaman kolluyordum. ‘Cümlesi bitse de o konuyu açsam,’ diyordum. Tam söze girecekken Hannah telaşlı bir sesle ‘Aman tanrım, askerler herkesi sokağa 55
çağırıyor, gitmem gerek. Seni seviyorum Aras, seni çok ama çok seviyorum. Anneme de onu çok sevdiğimi söyle. Düşsel’e sevgilerini ileteceğim, hoşça kal.’ Telefon tek bir cümle edemeden kapanmıştı, geri dönüş yolları da öyle. Telefonu hüzünle Arora’ya verdim ve cama geçtim. Sadece düşündüm, her türlü ihtimali düşündüm, en kötüsünün de kötüsünü düşündüm. Kader; içimde birazdan ömrü tükenecek bir ampul gibi güçsüzce yanıp sönen umut ışığına nispet yaparcasına aklıma geleni başıma getirmişti. Vilmoditin otuzuncu günüydü. Hannah da Düşsel de bunca zaman akşam vakti bizi aramıştı fakat ilk defa o sabah, gün ortasında telefonum çaldı. Besbelliydi, büyük bir şey olmuştu. Telefonu telaşla açtım fakat hiçbir şey söylemedim, karşıdan gelecek cümleleri bekledim. ‘Alo? Baba?’ ses Düşsel’e aitti. Telefona sarılırcasına ‘Yavrum!’ dedim. Düşsel ağlamaklı bir ses tonuyla ‘Baba herkes öldü,’ dedi. ‘Herkesi tek tek öldürdüler. Yedi kişi kaldık burada. Askerlerin söylediğine göre bir saat sonra bizi de öldürecekler.’ ‘Düşsel! Sakin ol kızım, Hannah nerede? Hemen bana onu ver.’ ‘Dört gündür yemek yemiyorum, su da içmiyorum. Midemi yatıştırmak için evlerdeki defterlerin yapraklarını koparıp yiyorum. Belki çektiğim acı bu şekilde geçer. Ben zaten doğduğum andan bu yana hep acı çektim, gülmek bana nasip değilmiş bu hayatta.’ ‘Düşsel!’ ‘Her ne olursa olsun, bu hayatta bir annemi bir de seni çok sevdim baba. Sen insanların en yücesisin benim gözümde, kutsalların da kutsalısın. Şimdi ben öleceğim, biliyorum. Zaten çok fazla ölüm gördüm, hiçbiri acı çekmedi, hatta eminim ki günlerdir yaşadıkları en hafif acı bu olabilir. Ben de hiç acı çekmeden öleceğim. Kolyemi hiç çıkarma boynundan. Ama olur da birisini çok seversen, beni sevdiğin gibi seversen birisini, kolyeyi ona hediye et.’ ‘Senden daha fazla sevemem kimseyi. Sen ölürsen ben de ölürüm!’ 56
‘Baba, olgun davran. Artık umut yok. Umudum varken çok acı çekiyordum, artık albatros kadar özgürüm. Ne yani, kızının açlık ve susuzluk çekmesini mi istiyorsun? Sana yemin ediyorum, namlunun ucuna gülerek geçeceğim, hiç korkmuyorum ölmekten. Bu dünyada çektiklerimden daha kötü bir şey yaşayabilir miyim sence öteki dünyada? Hem annemi artık daha fazla hissediyorum, annemin beni çağırdığına eminim.’ ‘Düşsel, çıkar tüm bunları aklından. Geliyorum oraya, seni almaya geliyorum kızım. Baban seni kurtaracak oradan!’ ‘Baba, bana sakın umut verme, sakın! Hiçbir çözüm yolu yok artık.’ ‘Düşsel, geliyorum yanına. O şerefsiz köpeklerin elinden alacağım seni!’ ‘Gerçekten gelebilir misin? Gücün yeter mi?’ ‘Geliyorum kızım, ben dağları bile deviririm!’ ‘Söz mü baba?’ ‘Söz!’ ‘Bekleyeceğim seni, son ana kadar…’ Bu defa telefonu ben kapatmıştım. Kaybedecek zaman yoktu. Hemen Arora’ya gittim ve konuşmamızdan bahsettim. Vücudumu başkası ele geçirmiş gibiydi. Sinirden ve telaştan çatlayacaktım, her yanım cesaret akıyordu. Köylülerden kaptığım tüfek ve tabanca ile yola koyuldum. Kimseyi çağırmadım, zaten çağırsam da gelmezlerdi. Bir tek Arora vardı yanımda. Daha önce Düşsel’e bahsettiğim davulcu dostumdan ödünç aldığım araba ile Kavaşra’ya doğru yola çıktık. Arabayı Arora sürüyordu. Yolun son derece berbat ve dönemeçli olmasından dolayı yirmi dakikalık yolu bir saatte anca almıştık. Köye varmamıza beş dakika kala arka koltukta duran davulu fark ettim. Hemen davulu elime aldım ve arabanın kapısından dışarı çıkarıp arabanın üstüne koydum. Daha sonra arabanın tavanındaki 57
dikdörtgen biçimindeki pencereden dışarı çıktım ve davula vurmaya başladım. Mors ile ‘Geliyorum,’ diyordum. Davula vurmam biter bitmez bir ses yankılandı tüm Kavaşra’da. Bu silah sesiydi. Daha sonra bir daha ve bir daha ve bir daha. Lanet olası ses bir türlü susmadı. Şaşırmak için, kederlenmek için silahların susmasını bekledim ama Allah’ın cezası silahlar susmadı! En nihayetinde kederimi yaşamak ve silahların sesini bastırmak için davula anlamsızca vura vura haykırdım. O kadar iptidai sesler çıkarıyordum ki, hayvanlardan farksızdım. Arora öyle şiddetli sürmeye başlamıştı ki arabayı, bu hızla Konstantiniyye surlarına çarpsak yıkar geçerdik. Köyün kapısına bir kilometre kala askerler ‘Dur!’ ihtarında bulundu fakat durmadık. En nihayetinde askerler önce havaya ateş açtı sonra da namluyu bize doğrulttu fakat yine de durmuyorduk. Arabanın üzerinde kendi göğsüme vura vura ‘Sıkın, tam buraya!’ diye haykırıyordum, Allah’ım bilincimi kaybetmiş gibiydim. Askerlerin nişan aldığını gördüm, o an yolun sonuna vardığımı anladım. Fakat içlerinden bir asker, belli ki oldukça kıdemli birisiydi, kendi dillerinde birkaç emir yağdırdı ve namlular indi. Artık Kavaşra’da işleri bitmişti, içeri girip girmememiz umurlarında değildi. Bizimle alay edercesine kahkahalar ve iğrenç sesleri ile söyledikleri şarkılarla köyden çekildiler. Köyden içeri girdiğimizde hemen meydana gittik. Araba neredeyse durmadan arabadan indik. Meydanda gördüğüm o manzarayı hâlâ unutamıyorum. Yolun üzerinde kurumuş kanlar, mermi kovanları, kıyafetler… Ve en kötüsü de İbrahim’i yakacakmışçasına ateşe verilmiş koca koca tahtalar. Arora ‘Meydanı ateşe vermişler, köyü yakacaklar!’ dedi. Arora’ya aldırmadan Düşsel’i aramaya koyuldum. ‘Düşsel!’ diye bağırarak her yerde onu aradım. Kaldığımız konaktan, her bir haneye 58
kadar her deliğin altına baktım. En nihayetinde Arora ‘Aras!’ diye haykırdı. Koşa koşa yanına gittim. Titreyen elleriyle meydandaki koca ateşi gösterdi. Ateşe baktığımda ilk başta hiçbir şey anlamadım. Gözlerimi kavuran dumandan dolayı hiçbir şeyi adamakıllı göremiyordum. ‘Ne oldu!?’ diye bağırdım. Bunca zaman tuttuğu kederi boşaltırcasına ağlamaya başladı ve ‘Ateşin içine bak!’ dedi kekeleyerek. Ateşin içine baktığımda gördüğüm şey karşısında başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ayakta durmaya takatim kalmadığını anladım ve dizlerimin üzerine çöktüm. Bu insanlık dışı manzara karşısında sadece ağlayabilirdim. Ateşin içinde onlarca ceset vardı, hepsini yakıyorlardı. Kimisi yere çakılmış koca kazıklara bağlanmıştı, kimisi ortada istiflenmişti. Ateş hepsinin tenini kapkara yapmıştı. Gördüklerimden mi, aldığım leş kokusundan mı yoksa hissettiklerimden mi bilmem kusmaya başladım. Midemde asitten başka hiçbir şey yoktu. Yemek borumu parçalarcasına olmayan yemekleri çıkartmaya başladım. Güçsüz kalan bedenim, oracıkta bitap düştü ve bayıldım. Gözümü açtığımda hüngür hüngür ağlama seslerini işittim. Gözümle etrafı süzdüm. Arora’nın arabasındaydım. Hiç ayağa kalkmadım, gözümü kapattım ve akan gözyaşlarıma engel olmadım. Artık her şey bitmişti, başarısız olmuştum. Kızımın ‘Bana sakın umut verme,’ deyişi yankılandı kulağımda. ‘Geleceksin değil mi? Söz ver. Beni burada bırakıp gitmiyorsun, değil mi?’ Onunla ilk tanıştığımız anı hayal ettim. Beni ne kadar da sevmişti. Onu iki defa zorbaların elinden almıştım, kahramanıydım ben onun. Her şeyime hayrandı. En doğal hâlimde bile, mesela esnerken bile bana hayranca bakardı, benim gibi esnemeye çalışırdı o da. Laboratuvarımda çalışırken bana âşıkmış gibi bakardı, hayranlıkla neler yaptığımı izler daha sonra o da yapmaya çalışırdı. Sırf benim yüzümü kara çıkarmamak için sınıfının en yüksek notunu istisnasız her sınavda alırdı, birinciliği paylaşmayı bile istemezdi. 59
Onu annesi gibi bırakıp gitmemden ödü kopardı. Lübnan’dan İngiltere’ye giderken ne de çok korkmuştu beni bir daha göremeyeceğinden. Onu terk ediyorum sanmıştı. Allah’ım kalbi ne kadar da temizdi, hissetmişti sanki bir daha görüşemeyeceğimizi, sımsıkı sarılmıştı. Hâlâ elleri boynumdaymış gibi… Onunla ciddi bir konuşma yaparken hep çömelirdim, aynı boyda olurduk ve göz göze bakardık. Her konuşmamızın sonunda tebessüm eder, olayı tatlıya bağlardık. Allah’ım madem elimden alacaktın, niçin böyle bir sevgi ile sevdirdin onu bana? Zümrüt gözlerini, akıl dolu sözlerini, bembeyaz nur dolu tenini niçin sevdirdin ki? Böyle mi olması gerekiyordu, böyle mi imtihan edilmem gerekirdi? Bir diş ağrısı, bir dost ihaneti, bir şirket iflası ile de imtihan edemez miydin? Neden en ince olduğum yerden incindim ki? İmtihan dediğin şıklarla olmaz mıydı? Benim neden tek bir şıkkım vardı? Elim kolum bağlı kızımın ölüşünü izledim. Neden başka bir şey yapmama, bir çıkış yolu bulmama izin vermedin? Oysa onu çok sevdiğini düşünmüştüm. Onu bataklığın dibinden göklere çıkarmıştın benim elimle. Şimdi bu ellerle onu oradan aşağı bıraktırdın bana. Beni sevmediğini biliyorum, ceza çekmemi istedin. Ama onun suçu neydi? Hiç canı acımadan, aç ve susuz kalmadan, korku dolu bekleyişleri yaşamadan alsaydın ya canını, dünyada en çok okunan kitapların sahibine yakıştı mı hiç böyle bir son? Ben artık senin merhametinin kafiriyim. Her perdenin ardında senin olduğuna inanırım da o perdeleri şefkatle çektiğine inanmam artık. Tıpkı Düşsel’in üvey babası gibi, kafama kafama vurduğun sopalardan anladım artık, sen de beni sevmiyorsun. Realistliğimin tek zaafı sendin, artık çelik gibi bakış açım var ve sen o alana dahil değilsin. Bundan sonra cehenneminde de yaksan, cennetinde de yaşatsan, cemalini de göstersen dönüp de bakmam, adını anmam. Ve bir şansım olsa, seninle muhatap olmadan yok olup gitmek isterim bu varlık aleminden. 60
Arora ile eve gittikten sonra ikimiz de tek bir kelime etmedik. Hipnoz olmuş gibi absürt nesnelere takılıp uzun uzun baktık. O gece hiç uyumadık. O gece fark ettim Hannah’ın da o ateşte olduğunu. O gece fark ettim Hannah’ı ne kadar sevdiğimi, ben o gece fark ettim hayatın ne denli zor olduğunu. Düşsel’in acısını yatıştıramadan Hannah için ağlamaya başladım, sanki vücudumun dörtte üçü gözyaşıydı, o gece büsbütün ağladıktan sonra içi boş bir adama dönmüştüm tam manasıyla. Sabah olduğunda ikimizin de bilinci biraz daha yerine geldi. Kavaşra’ya doğru sürdük arabamızı, ateş büsbütün sönmüştü. Köye girdiğimizde değil ceset, bir tane dahi ev yerinde yoktu. Hayalet kasaba olmuştu bir günde. Köyü bir saat boyunca ağır ağır gezdik. Hannah’tan da Düşsel’den de tek bir iz dahi yoktu. Yalnızca bir his, yoğunca bir his; onların birkaç gün önce burada olduklarına dair, burada yaşadıklarına ve burada öldüklerine dair bir his. Tıpkı Düşsel’in annesini hissetmesi gibi, biz de Hannah ile Düşsel’i parmak uçlarına kadar hissediyorduk. Köyde evlatlarımıza dair hiçbir şeyin kalmadığını anladığımızda zor da olsa kendimizi oradan ayırdık ve ikimiz de kısa bir sürede vedalaşıp memleketlerimize döndük. Birkaç ay sonra böyle bir sonun, böyle bir vedanın çok saçma ve anlamsız olduğunu düşünüp tekrardan haberleştik, sohbet ettik. Geçmişte sırf bunun için yitirdiğimiz sevdiklerimiz adına yarım kalan işimizi tamamlama kararı aldık ve işte her şey o zaman başladı. Arora ile Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük nükleer araştırma merkezini kurduk. Devletimiz bize o kadar büyük yardımlarda bulundu, halkımız o kadar büyük ilgi ve alaka gösterdi ki kısa sürede Asya’nın daha sonra Avrupa’nın en iyi beş bilim merkezlerinden birisine dönüştük. Hannah’ın alanı olan Neo Quantum’da dünyanın önde gelen isimlerinden birisi olmuştum. Kaos fiziğinden tutun, M teorisine 61
–her şeyin teorisi- kadar birçok alanda CERN’den de ileriye ulaşmıştık. Her şey oluşturduğumuz güçlü kadro ve Arora’nın sayesindeydi. Şöhretimiz arttıktan sonra Bursa’da Asya’nın en büyük ikinci gök gözlemevini kurduk. Burada sağladığımız başarılar sayesinde dünya gözünü bana çevirdi. Türlü türlü yerlerden teklifler ve aynı zamanda da tehditler alıyordum fakat ölüm de para da umurumda değildi benim. İçi boş bir adam oldum dedim ya, artık bir robot gibiydim. Bir alana kitlenmiştim ve tüm bedenimi o alana adamıştım. Ama ruhum ve yüreğim, tek bir mekân ve ana sıkışıp kalmıştı. Ben gençliğimi ve gerçekliğimi bırakmıştım Kavaşra’da. Tüm bu olaylardan bir sene sonra gözlemevinde kaydettiğimiz bir yıldızın ölüm anı, bana Nobel Fizik ödülü getirmişti ama asıl alameti farikamı bir sonraki Nobel’imde gösterecektim. Bu ödülü aldıktan sonra sevincimi Düşsel ile paylaşma isteği doğdu içimde. Oysa ki yıllardır aklımın ucuna dahi gelmiyordu. Birdenbire robotluğum bitmişti, insan olmuştum. İlk işim evime gidip kutusundan kolyeyi çıkartmak oldu. Ona sımsıkı sarıldım ve bunca zaman yaşadıklarımı anlattım. Fakat bu beni kesmedi. Daha sonra birden aklıma şimşek gibi bir hatıra çaktı. Düşsel’in annesi ile birlikte kaldığı evi hatırladım. Nasıl olmuştu da unutmuştum ve bunca zaman aklıma getirmemiştim bu evi? Birkaç telefondan sonra evin yerini buldum. Hiç vakit kaybetmeden evden çıktım ve arabama atlayıp Düşsel’in evine gittim. Evin önüne vardığımda yüreğimin içinde büyük bir hüzün hissettim. Ev, bembeyaz cepheli üç katlı bir evdi. Küçük de olsa bir bahçesi vardı. Bahçede tahtadan yapılmış bir salıncak, birkaç küçük heykel ve köpek kulübesi vardı. Kendi kafamda kurmuş olduğum geçmişi hayal ettim. Düşsel salıncakta sallanırken; annesi kırmızı, mavi ve beyaz renkli piknik bezinin üzerinde mor renkli bir reçeli ekmeğe sürüyor, beyaz goldenları da Düşsel’in annesinin yanında kuyruğunu bir o yana bir bu yana sallıyordu. 62
Bahçeye girdikten sonra kapının önüne geldim. Bir süre kapının önünde düşündükten sonra içeri girmenin yolunu bulmuştum. Teras katta bulunan pencerenin önünde kocaman bir çınar vardı. Hiç şüphesiz bu ev yapılmadan önce de bu ağaç buradaydı. Ağaca cebime aldığım el kadar taş ile birlikte tırmandım. Pencerenin önüne gelince dört vuruşta camı kırdım ve içeri girdim. İçeri daldığım oda Düşsel’in odasıydı. Bir kız çocuğundan çok genç bir kız odası gibi ağır bir odaydı. Bir duvarda boydan boya kütüphane vardı ve diğer duvarlar açık krem rengindeydi. Yerler ahşaptı. Bir tane yatak vardı ve derli topluydu. Bu yatakta Düşsel’in yatmasından çok, yıllar önce toplanıp bir daha hiç dokunulmaması beni etkilemişti. Yatağın yanında bir sehpa vardı ve üzerinde bir tane robot, bir tane defter, bir tane de bardak vardı. Odadayken Düşsel’in ‘Annem evin bodrumuna laboratuvar kurmuştu ve orada onu öldüren bir şey vardı,’ sözünü hatırladım. Odadan çıktıktan sonra diğer odalara hiç girmeden aşağı indim. Demirden bir kapısı vardı buranın ve çok ağırdı. Biraz zorlandıktan sonra kapıyı açtım. Gördüklerim karşısında gerçekten büyük bir şoka uğradım. Odanın içerisi düşündüğümden de büyüktü. Tüm evin boyutundaydı sanki. Duvarlarda onlarca kitap vardı. Hemen hemen tüm bilimsel edevatlar burada bulunuyordu. En çok da beni şaşırtan atom mikroskobuydu, bu kadın atomları inceliyordu. Daha sonra gezinmeye başladığımda Çift Yarık Deneyi için düzenek vardı. İşte o zaman anladım ki bu kadın atomlardan da ötesini, kuantum alemini araştırıyordu. Diğer bölgeleri incelerken radyasyon uyarısı olan birçok kutu ve alet gördüm. İşte o zaman her şey yerine oturmaya başladı. Düşsel’in annesini kanser yapan şey tam da buradaydı, radyasyon. Ve Düşsel’in ‘Orada annemi öldüren bir şey var,’ dediği şey de buydu. Peki bu kadın bile bile ölüme neden gitti? Hâlâ çözebilmiş değilim. Fakat oradaki makaleleri, deney videolarını ve daha birçok aleti 63
kullanarak en büyük buluşumu gerçekleştirdim. Atomları çarpıştırarak uzay zamanı istediğim gibi büktüm ve en nihayetinde o mefhumu yarıp geçtim. Yani bir solucan deliği oluşturdum. Fakat bu solucan deliği CERN’de oluşturulan karadeliklerden farklıydı. Onların oluşturduğu karadelikler gibi açıldığı anda kapanan bir şey değildi bu, istediğim süre boyunca açık tutabildiğim ve istediğim zaman kapatabildiğim bir solucan deliğiydi bu. Bu solucan deliğini açtığımda içine girmeyi denedim. İçine girdiğimde ilginç bir şey yaşadım. Girdiğim gibi çıkmıştım. Girip girmediğimi bile anlamadan hissettiğim ürperti ile araştırma merkezinden dışarı çıktım. Her şey aynıydı, en azından öyle gözüküyordu ama ben biliyordum, bir şeyler farklıydı. En nihayetinde üst kata çıktım ve kendi odama geçtim. Masamın başına oturduğumda hayatım boyunca benzerini yaşamadığım bir şaşkınlık yaşadım. Takvim 03.02.2030’u gösteriyordu. Üç sene sonrasına ışınlanmıştım, resmen gelecekteydim. Bilgisayarımı açtım ve tarihi soruşturdum, gerçekten de 2030’daydım. Heyecan ve mutluluk içinde kendimi tokatlamaya başladım, her şey bir rüya gibiydi. Ama hayır, rüyada değildim. Dünya üzerindeki tüm buluşların da ötesinde bir şey keşfetmiştim hem de tamamen doğal bir şekilde, zaman yolculuğunun mucidi bendim! Ama bu mutluluk da bir yere kadardı, geriye dönmem gerekiyordu ve ben nasıl döneceğimi bilmiyordum. Tekrardan aşağı indim ve tekrardan bir solucan deliği oluşturdum. İçine girip çıkmam bir oldu. Tekrardan bir koşu odama gittim ve tarihe baktım. Takvim yaprağı 13.02.2031’i gösteriyordu. Tekrardan aşağı indim ve solucan deliğine giriş yaptım, bu defa girmeden önce hangi tarihe gitmek istiyorsam onu söyledim ama bu da işe yaramadı ve beni 23.02.2032 tarihine götürdü. Gelecekte mahsur kalmıştım. Başımı iki elimin arasına koydum ve düşünmeye başladım. O anda bir şey fark ettim. Solucan deliğinin beni ışınladığı tarihler polindrom tarihlerdi. Yani baştan da 64
sondan da okunuşu aynı olan tarihlerdi bunlar. Bu çok ilginç olay beni hiç olmadığım kadar heyecanlandırmıştı. Hemen laboratuvara indim ve çalışmalarıma başladım. Gelecekteki kendim tarafından rahatsız edilmekten ödüm kopuyordu. Şükür ki şubat ayındaydık ve her şubat ayında araştırma merkezi bir aylık tatile girerdi, bu benim bizzat koyduğum bir kuraldı. Günlerce laboratuvarda çalıştım. En nihayetinde istediğim polindrom tarihe gidebilmeyi başarmıştım. Basketbol topu büyüklüğünde bir makine icat etmiştim. Makine bir evrak çantası gibi açılıyordu ve içinde her bir köşede silindir şeklinde pil yatakları dikine duruyordu. Bu makine içine ne kadar nükleer pil konursa o kadar defa çalışabilirdi ve elimde sadece yedi adet nükleer pil vardı. Çalışmalarımı bitirdikten sonra solucan deliğine girdim. Solucan deliği öyle bir yapıdaydı ki, kendi zamanım dışında polindrom olmayan hiçbir tarihe beni göndermiyordu. İşin ilginç yanı, beni solucan deliğine girdiğim zamana değil, bu zaman yolculuklarında ne kadar zaman geçirdiysem o kadar sonraya yani solucan deliğini keşfedişimden üç ay sonraya gönderiyordu. Benim içerisinde bulunduğum zamanı tanıyordu çok ilginç bir şekilde, eş zamanlı olarak sayıyordu sanki. Kendi zamanıma döndükten sonra solucan deliği hakkındaki çalışmalarımı derledim ve bilim camiasına sundum. Fakat zaman yolculuğunu değil, yalnızca açılabilen bir solucan deliğini keşfettiğimi insanlara anlattım. Solucan deliği ile zaman yolculuğu yapabilmek için çok güçlü bir radyoaktif elemente, bir pile ihtiyacımız vardı. İlk ışınlanmamı da bu sayede yapmıştım. Cebimde Düşsel’in annesinin kutuları duruyordu ve solucan deliğine girer girmez bunlar patlamıştı. Bu sayede ödüller aldım ve yüzyılın fizikçisi seçildim. Ama bununla yetinmedim, daha çok çalışmaya başladım. En nihayetinde hiç hatırlamak istemediğim geçmişimi irdeledim. Gönlümü kıpır kıpır eden o soru yankılandı beynimde. ‘Geçmişe gidip Düşsel’e kocaman 65
sarılabilir miyim?’ daha sonra soruyu biraz daha ileri taşıdım. ‘Geçmişe gidip generalin oğlunun ölümünü engelleyebilir miyim?’ Sorular gönlümü sarsıyor, beş yaşındaki çocuklar gibi heyecanlandırıyordu beni. En sonunda kararımı verdim, geçmişe gidip her şeyi düzeltecektim. Fakat bunun için bir yardımcıya ihtiyacım vardı ve benim hiç dostum yoktu. O anda yalnızlığımı bir daha hissettim. Ben de kendime çok ama çok zeki bir asistan aradım -ki bu sen oluyorsun Naci- ve seni buldum. Sen, çözülememiş matematik problemlerini çözmüştün, en ihtiyacım olduğu anda karşıma çıkmıştın. Fakat hâlâ şüphem vardı, başkalarını düşündüm. Nobel ödülü almış bilim insanlarını düşündüm. Tam kararımı Nobel ödüllü bilim insanlarından yana kullanacaktım ki, beni sarsan bir detay yakaladım. Senin de adın polindromdu, Naci Can. Bu ufak detay benim için çok ama çok büyük anlamlar ifade ediyordu. Hemen seni iş görüşmesine davet ettim ve bir sene boyunca seni test ettim. En nihayetinde sana tamamen güvenebileceğimi anladım ve sana hayat hikâyemi anlatmaya başladım. Ve işte, buradayız. Şimdi sana soruyorum dostum, benimle daha önce hiç kimselerin çıkmadığı bir yolculuğa, zaman yolculuğuna çıkmaya var mısın?’’ Her hâline hayran olduğum adamın, Aras Aytunç’un geçmişini öğrenmiştim. Böylesi çelik gibi duruşunun arkasında yatan ipeksi zaafların, halatın ince kısmının nasıl koptuğunu biliyordum artık. Hayranlığım katbekat artmıştı, böylesi zor şeylere göğüs gerip her şeye rağmen dimdik ayaktaydı ve bununla da yetinmeyip koşuyordu, yolundaki engellere çarpa çarpa, yıka döke koşuyordu. Ve evet, şimdiye dek hiçbir insanın gelemediği noktadaydı, en ilerideydi. Fakat şimdi bambaşka bir şey deneyimlemek istiyordu, en ilerideki adam geriye gitmek istiyordu. İleride olmak istemiyordu artık o, geçmişin huzurlu bahçesinde sevdikleri ile oturmak istiyordu. Bunun yanı sıra zaman yolculuğunun mümkün olduğunu öğrenmenin verdiği şaşkınlık ve heyecan da vardı üzerimde. Çok ama 66
çok garip hissiyatlar içerisindeydim. Ömrümde yaptığım en ilginç konuşmalardan birini yaşamıştım. Belki de dünya üzerindeki en ilginç ve sıra dışı muhabbeti etmiştim az önce. Hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Solucan deliğine girince parçalanacağımı da bilsem bu teklifi asla geri çeviremezdim. Çünkü Aras’ın mutlu olma ihtimali vardı artık, her şeyi düzeltebilme ihtimalini geri çeviremezdim. Hem bir sene boyunca ilk defa benden gerçekten bir şey istemişti. Nasıl geri çevirebilirdim ki? Teklifi kabul ettikten sonra Aras’ın gözleri doldu. Ona ‘‘Düşsel’e tekrardan sarılacaksın Aras,’’ dedim. Gülümsedi ve ‘‘Biliyorum,’’ dedi. ‘‘Olur da Hannah ile kavuşabilirsem, çocuğuma senin adını vereceğim.’’ Duygusal konuşmamızı yaptıktan sonra işi mantıksal bir çerçeveye indirgeyip birden fazla plan yaptık. Saatlerce konuştuk bu konu hakkında. Yapacağımız iş gerçekten çok zordu ve boyumuzu aşıyordu fakat kaderin cilvesi midir bilinmez, generalin oğlunun öldüğü gün bir polindrom tarihti ‘‘22.02.2022’’ Yanımızda beş tane pil vardı, yani bu beş defa yolculuk yapabileceğimiz anlamına geliyordu. Gitmek gibi, dönmek de pil harcadığı için hata yapma payımız pek yoktu. Gerekli planları ve hazırlıkları yaptıktan sonra yolculuk zamanını yarın olarak seçtik. Yarın, 2022’ye gidecektik. Her şeyin başladığı ve her şeyin biteceği zamana… Gece boyu heyecandan hiç uyuyamadım, sadece sabaha doğru bir iki saat uykuya daldım, ondan da hiçbir şey anlayamadım. Aras’ın durumu da benden farksızdı, o da heyecandan değil uyumak, yatağına uzanmamıştı bile. Sonuçta hiçbir şeyi düzeltemese bile kızını tekrar görebilecekti. Bu, dünya üzerindeki tüm mücevherata değerdi, belki de dünya üzerindeki her şeye değerdi…
67
Sabahın ilk ışıkları ile araştırma merkezine geçtik. İkimiz de son derece heyecanlıydık. İstemsizce tebessüm ediyor, hiçbir şey konuşmuyor sık sık nefes alıyorduk. En nihayetinde alt kata indik ve zaman makinesini çalıştırdık. Aras, birkaç düğmeye bastı ve vana gibi bir şeyi saat yönünde çevirdi. En sonunda da ortada bulunan büyük siyah düğmeye bastı ve geri çekildi. Makinenin hemen üzerinde önce nokta boyutunda simsiyah bir küre oluştu, ışığı büken bu küre; etrafında sanki tüm odayı döndürüyor gibi bir çember oluşturmuştu. Küre hızla büyüdü ve çapı iki metre olan simsiyah bir küreye dönüştü. Karşımda gördüğüm şey yüreğimi titretmişti, en son ne zaman bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Aras bana döndü ve ‘’Hazır mısın Naci?’’ dedi. Az önceki korkum, onun heyecan dolu gözleri ve ses tonu ile yok olmuştu. Büsbütün bir heyecanla ‘’Evet!’’ diye haykırdım. El ele tutuştuk ve üçten geriye saydıktan sonra gözlerimizi kapatıp deliğe atladık. Atlamamızla yere yığılmamız bir oldu. Kafamızı kaldırdığımızda bir odanın içinde olduğumuzu fark ettik. Sağ çıkmanın verdiği heyecan ve hiç bilmediğim bir yerde olmanın verdiği korkuyla Aras’a döndüm. “Hani nerede girersek oradan çıkıyorduk?” dedim. Aras beni duymamış gibi düşünceli bir şekilde etrafı izliyordu. Bakışlarını bana çevirmeden “Evet öyle,” dedi. Bir süre daha etrafa baktıktan sonra heyecan dolu gözlerle bana döndü. “Tabii 2022’de AVAM varsa!” diye haykırdı. Beni iki omzumdan tuttu ve sarıldı. “Geçmişe gelebileceğimize dair endişelerim vardı ama başardık Naci!” “Ya burada bir ev değil de arazi olsaydı? Toprağın altında gözlerimizi açardık!” “Bilemiyorum Naci, bilemiyorum. Geçmişe döneceğime dair çok küçük bir umudum vardı bu yüzden çok detaylı düşünmedim.” “Allah’ım gerçekten de 2022’deyiz! Şu anda kızın hayatta Aras, sadece aranızda kilometreler var o kadar.” “Heyecandan kalbim çıkacak Naci, hâlâ inanamıyorum. Böyle bir ihtimalin varlığına bile inanamıyorken bunu deneyimliyorum!” 68
“Pekâlâ, zaman kaybetmememiz lazım Aras. Söylediğine göre generalin oğlu akşam saat sekiz buçukta öldürülüyor. Saat tam gecenin on ikisi. Buradan Lübnan’a uçmak iki saatimizi alır, oradan da arabayla iki saatte Kavaşra’ya geçeriz. Fakat tek sorun uçak bileti.” “Bunca zaman kıçımı devirip yatmadım Naci, o konuda gönlün rahat olsun. Ne gerekiyorsa, parasından evrakına kadar her şey bu gördüğün küçük kahverengi çantada.” Aras çantasını açıp kimlikleri ve paraları çıkardı. Kimlikler oldukça gerçekti, gerçekten de üzerine uzunca zaman ayırmıştı bu işlerin. İçerisinde bulunduğumuz evden çıkmak için kapıya yöneldik. Bir an duraksadım ve “Ya birisi bizi görürse?” dedim. Bana döndü ve “İşin eğlenceli kısmı da burada ya Naci, geçmişteki insanlarla temas etmekten daha güzel ne olabilir? Sadece kendimiz ile temas etmekten kaçınmamız lazım.” “Kendimiz ile temas edersek ne olur?” “Bunu daha önce hiç deneyimlemedim ama kıyısına kadar geldim. 2032’deyken gelecekteki hâlim, AVAM tatilde olmasına rağmen içeri geldi ve biraz zaman geçirdi. Ben de masanın altına saklandım. O masaya yaklaştıkça görüntüler bulanıklaşıp siyahlaşıyor, başım çatlayacak gibi oluyordu. Bayılmak üzereydim ki odadan çıktı. Belli ki aynıları ona da oluyordu. Yani ışık hızını geçmek nasıl imkansızsa evren de birbirimize teması imkânsız kılıyor bir şekilde.” Gönlüm tatmin olmuştu, peşine takılıp önce odadan sonra evden çıktık. Dışarısı her zamanki gibiydi, telaşlı ve endişeli… oysa bilmiyorlardı ki on sene sonra ne telaş edecekleri sebepleri ne de telaş edebilecek bedenleri kalacaktı. Kendimi hayalet gibi hissediyordum, insanların beni görmediğini sanıyordum. O sırada yoldan geçen bir kadını gördüm. “Klişeden kim ölmüş?” diyerekten kadının yanına gittim ve “Affedersiniz hanımefendi, acaba 2022’nin hangi ayındayız?” dedim. Kadın 2022 dememe sıradan bir şeymişçesine tepki vermedi 69
ve “22 Şubat,” dedi. Kadın tek bir cevapla iki şeyi kanıtlamıştı. Birincisi gerçekten de 2022’de olduğumuzu, ikincisi insanların bizimle temasa geçebildiğini. Şansımı biraz daha zorladım ve “22 Şubat 2022’deyiz demek ki, ah ne büyük gün! Bugünün bir polindrom tarih olduğunu biliyor muydunuz?” dedim. Kadın gerçekten ilgi çekiciydi ve onunla sohbet etmek istiyordum. Gerçi çekiciliğinin yanı sıra geçmişte yaşayan birisi ile sohbet etmek çok olağanüstü bir deneyimdi benim için. Kim bilir gelecekte burada kaç defa onu gördüm de sırf yaşlı oluşundan dolayı yüzüne bile bakmadım… Araya Aras girdi ve beni kolumdan tutup “Hadi ama Naci, gevezelik etmeye vaktimiz yok,” diyerek kadından uzaklaştırdı. Kadına başımla selam verdim ve Aras’ın peşine takıldım. Birlikte biraz yürüyüp ortalığı seyrettikten sonra bir taksi tutup havalimanına gittik. Orada çok ama çok riskli bir işe koyulduk. Aras, gençliğindeki uçuş görevlisi bir arkadaşı ile görüşmek istedi. Arkadaşı, onun ne kadar yaşlandığını görse ortalık karışabilirdi ama adam onca yaşanmışlığa rağmen Yunan heykeli gibi duruyordu. Ayaküstü iki muhabbet ettikten sonra Lübnan’a uçmak için bir saat sonrasına bilet ayarlattık. Gerçekten işler şu ana kadar mükemmel gidiyordu, bu geçmişe gitme işi bana çok keyif vermeye başlamıştı. Uçağa bindikten sonra onca heyecana rağmen ikimizin de uykusu ağır basmıştı ve uçak yerdeyken kapattığımız gözümüzü yine yerdeyken açmıştık. Uçaktan indikten sonra taksi ile Beyrut’un merkezine gidip bir araba kiraladık. Araba ile de Kavaşra köyüne doğru yol aldık. Kavaşra’ya yaklaştıkça Aras’ın içinde oluşan korkuyu sezinleyebiliyordum. Yolun yarısındayken onun omzunu ovaladım. “Geçmişte yaşanılan şeyleri unutmalısın artık. Çünkü şu an geçmişin de geçmişindeyiz, yani henüz hiçbir şey yaşanmadı. Ve gelecekte bir şeyler yaşanacak diye üzülme çünkü onca yolu biz bunun için geldik, bana güven Aras, gerekirse canımdan olurum ama 70
Düşsel’e zarar gelmesine izin vermem.” “Düşsel’i de alıp buralardan kaçıp gidesim var Naci, senden bile.” “Seni çok iyi anlıyorum Aras, herkesin senin huzuruna kastedeceğini düşünüyorsun. Ama bu düşüncelerden kurtul artık. Her şeyin anlamlı olduğu, hayatın normal olduğu zamanlara geri dönüyoruz artık.” Aras hiçbir şey demeden sürmeye devam etti. Nihayet köy uzaktan gözükmeye başlamıştı. Aras heyecan dolu bir ifade ile “Allah’ım sana şükürler olsun,” dedi. “Köyü küller içinde bulacağımı sanıyordum. Hâlâ inanamıyorum, kızım ve Hannah orada!” Yirmi dakika sonra köyün girişine ulaştık. Arabayı dışarıya park edip yürüyerek devam ettik. Aras çok ama çok heyecanlıydı çünkü Düşsel her an bir yerden fırlayabilirdi. Yolda ağır adımlarla ilerlerken, bir sokağa saptık. Sokak uzunca ve yokuşluydu. Sokağın sonunda, yokuşun bitiminde bir kadın vardı. Arkası bize dönük, iki yanında iki küçük kız ilerliyorlardı. Aras birden kolumu kuvvetle sıktı ve hummalı gibi titremeye başladı. “Naci,” diye fısıldadı. “Az önce kızımı gördüm Naci.” Heyecanla Aras’a döndüm ve tekrardan yokuşun ötesine baktım. “Onlar, Düşsel ile Hannah mıydı?” dedim. Tekrardan ona döndüğümde iki gözü iki çeşme buldum onu. Gözlerinin içindeki heyecanı görüyordum ama şimdiki ilk göz temasını, Düşsel öldükten sonra fotoğraflarına bakmakla eşdeğer tutuyordu. Asla temas edemeyeceğini düşünüyordu. Onu kolundan sımsıkı tuttum ve haykırdım sokağın ortasında. “Kızına koş Aras!” Aras korku ve endişe dolu gözlerle bana baktı. Simasında “Sahi mi?” der gibi bir bakış çöreklenmişti. Bakışlarımla ona güvence verdim ve birkaç adım ilerledim. Daha sonra arkama döndüm ve elimle ona “Gel,” dedim. O da peşime takıldı ve birlikte koca sokağı bir dakikada koştuk. Sokağı döndüğümüzde karşımıza meydan çıktı. Meydanın da sonlarındaydılar, sanki bizden kaçıyor gibiydiler. Bir an, 71
onlara asla erişemeyeceğimizi düşündüm. Fakat koşmaktan hiç vazgeçmedik, soluklanmadık bile. En nihayetinde onlara yaklaştığımızda büyük bir ses duyuldu tüm köyde. Korna sesleri birbiri ardına sıralandı. Aras “Geldiler, geldiler!” dedi. Şaşkın bir tavır içinde “Kimler geldi?” dedim. “Generalin oğlu ve adamları…” Daha sonra güneşe baktık. Batmak üzereydi. Saat beş sularıydı. Aras bir meydana baktı, bir de kızına. En sonunda dudaklarını sıkıp “Allah kahretsin!” dedi ve bana döndü. “Plan şu:” dedi. “İlk olarak generalin oğluna kendimizi İngiliz gibi tanıtacağız. Birleşmiş Milletler adına burada olduğumuzu ve onu geleceğin Lübnan Cumhurbaşkanı olarak düşündüğümüzü söyleyeceğiz. Güvenli bir yere gidip sohbet edeceğiz ve saat sekizi geçtikten sonra da olaysız ayrılacağız.” Dedikleri kısa sürede planlanmış gibi gözükse de üzerine uzunca düşünülmüş cümlelerdi bunlar. Onun kızına kavuşamamış olması beni epey üzmüştü ama önceliklerimiz vardı. İlk iş generalin oğlunu kurtaracağız sonrasında kızına doyasıya sarılabilir, dedim kendi içimden. Birlikte tüm meraklı halk gibi askeri araçların yanına gittik. Arabadan inen general oldukça uzun boylu, yapılı ve sert bakışlı birisiydi. Buraya olay çıkartmak için geldiği her hâlinden belliydi. Aras bir süre adama baktıktan sonra kalabalığı yarıp yanına gitti. Korumalar araya girdi ve Aras’ı ittirdi. Ben de araya girip İngilizce konuşarak “Biz Birleşmiş Milletler adına buradayız,” dedim yüksek bir sesle. Generalin oğlu bunu duyar duymaz adamlarına komut verdi ve bizi yanına çağırttı. Yanına gittiğimizde generalin oğlu son derece kibar davranıyordu bize. Hatta korumaların yaptığı kabalık için özür bile dilemişti. Aras “İsterseniz konuşmak için daha uygun bir yere geçelim,” dedi. Generalin oğlu “Peki,” dedi. “Köyün ilerisinde bir yamaç var, güneşin 72
batışını izlemek için muhteşem bir yer. Eğer acele edersek yetişebiliriz,” dedi ve bizi arabasına bindirdi. Generalin oğlu ile tanıştıkça onun anlatıldığı kadar kaba biri olmadığını anlıyordum. Üstelik mükemmel bir İngiliz aksanı vardı ve diksiyonu çok iyiydi. Araba harekete geçmeden Aras ile ben köy halkına arka camdan baktık. Düşsel ile Hannah oradaydı. Her şeyden habersiz, son derece bihaber bir şekilde arabaya bakıyorlardı. Sonuçta kimse patlamayan bir bombayı umursamazdı. Başa gelmemiş bir belayı kim umursardı ki, saçını sıyırıp geçse bile… Generalin oğlu yol boyu Lübnan’dan bahsetti fakat ne Aras ne ben generalin oğluna odaklanabilecek durumdaydık. En az Aras kadar ben de Düşsel’i düşünüyordum. Aras’ın Düşsel’e bir an evvel kavuşmasını ve şu üç saatin bir an evvel geçip gitmesini istiyordum. Sanki çok etkilendiğim bir kitabı ikinciye okuyor gibiydim, olayların içinde bir o kadar vardım fakat bir o kadar da yoktum. Çoktan yazılmış olan bir kader vardı sonuçta önümüzde. Sadece dileyebiliyor ve umut edebiliyordum. Umarım, diyordum. Umarım Aras, son defa da olsa kızına sımsıkı sarılabilir… Tepeye vardığımızda arabadan indik ve generalin oğlu ile birlikte korumalardan da uzakta bir yere yamaca çıktık. Güneş muhteşem bir şekilde batıyordu, sanki bize şov yapıyor gibiydi. Belki de biz olmasak yeryüzünde çıkacak olan kan, bizim gelmemizle birlikte altı üstüne gelmiş ve gökyüzüne bulaşmıştı. Kıpkızıl olmuştu gök, bir o kadar ürkütücü bir o kadar da güzeldi. Hâlâ gözümün önünde o manzara… Generalin oğlu bir sigara yaktı ve “Hadi iş konuşalım,” dedi. Aras ile göz göze geldik. Aras “Kontrolüm altında,” der gibi bir mimikle söze girdi. “Sayın veliaht…” “Hayır hayır, benim bir adım var. Lütfen adımla seslenin. Ben 73
Süleyman.” “Peki Süleyman. Bizler BM adına buradayız ve sizinle birkaç konuda anlaşmamız gerekiyor. Biliyorsunuz ki babanız meşru hükümeti devirerek başa geçti bu yüzden onu İsrail ve BAE’den başka tanıyan bir ülke yok henüz. Bu işin demokratik yollarla çözülemeyeceğinin de farkındayız. O sebeple bu saatten sonra kan akmasını istemiyoruz, özellikle de yabancılara karşı bir tık anlayışlı olmanızı istiyoruz.” “Kapitülasyonlar mı uygulayalım, bunu mu istiyorsunuz?” “Bir bakıma evet, bir bakıma hayır. Dünya’ya adil bir lider olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Çok değil, birkaç ay dışarıya karşı barışçıl gözükün sonrasında ülkeler sizi tanıyacaktır. İnat ederek, birkaç yabancıyı öldürmek size hiçbir şey kazandırmaz. Zaten onların canlarına kıymet vermediğiniz için öldürüyorsunuz, bu kadar kıymetsiz bir şey sizi koltuğunuzdan, belki de ülkenizden edebilir.” Aras’ın son sözü üzerine generalin oğlu son derece sinirlendi ve Aras’ın yakasına yapıştı. Korumalar buraya doğru koşmaya başladı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Aras alt perdeden “Buna emin misin Süleyman?” dedi. Generalin oğlu Aras’ı sarstı ve “Dediğinizi yapacağım fakat karşılığında benim de bir isteğim var,” dedi. Konuşurken dişlerini sıkıyordu. “Babam henüz genç sayılan bir yaşta. O koltuğu terk etmesi en az yirmi yılını alır,” dedi. Aras gülümseyerek “Tabii başına bir şey gelmezse,” dedi. Generalin oğlu tekrar etti başını sallayarak “Tabii başına bir şey gelmezse…” Aras’ın yakasını bıraktı ve manzaraya doğru birkaç adım ilerledi. Sigarasını içmeye devam etti. Yüzünü bize dönmeden “Babamı temizlemenizi istiyorum. Böylece katil ve darbeci bir devlet başkanıyla değil, genç ve Avrupai bir liderle muhatap olursunuz. Uluslararası kamuoyu da bundan memnun olacaktır.” Araya ben girdim. “Biz de bunun için buradayız,” dedim. “Sana bir fırsat Süleyman. Bu bir ay içinde bize kendini kanıtla. İnsanlarına, özellikle de yabancılarına adil bir politika uygula. Biz de 74
aradığımız kişinin sen olduğuna ikna olalım. Yoksa bilirsin, Lübnan’da ülkesini yönetmek için can atan milyonlar var…” Süleyman arkasını döndü ve “Konuşma bitmiştir,” dedi. “Bir ay boyunca öyle olacağım. Fakat bana verdiğiniz sözü tutmazsanız işte o zaman Lübnan’daki yabancılar değil, Lübnan’ın dışındaki yabancılar korksun.” Süleyman bizi ardında bırakarak arabasına atladı ve hızla oradan ayrıldı. Arabanın arkasından onları izliyorduk. Köy yoluna girmedi, öteki yoldan merkeze doğru yol aldı. İşte o an Aras ile göz göze geldik. Aras “Yoksa başardık mı?” dedi heyecanla. Ben de aynı heyecanla “Evet!” diye haykırdım ve birbirimize kocaman sarıldık. Bir yandan ağlıyor bir yandan kahkahalar atıyorduk. Ardından yüzümüzü yarısı batmış olan Güneş’e çevirdik. Kısa bir süre onu izledik. “Geçelim mi?” dedim. Aras tebessümle başını salladı. Ve köye doğru yürümeye başladık. Ağır adımlarla ilerliyorduk. Yolculuğun ilk dakikaları sessizdi fakat bu sessizliği ben bozdum. “Düşsel’e kendini gösterecek misin?” dedim. Yüzündeki neşe düştü, bakışlarını yere indirdi. Daha sonra bakışlarını kaldırıp “Ona kendimi şimdi gösterirsem ortalık çok karışır. Saat sekize kadar burada duralım sonra da kendi zamanımıza gidelim. Düşsel orada olacaktır…” dedi. Hiçbir söylemeden yürümeye devam ettim. Tam da o sırada aklıma bir fikir geldi. “Aras,” dedim. “Sen kızına doyamadın, geleceğe gittiğimizde de onun genç hâliyle karşılaşacaksın. Peki ya arada heba olan yıllar? Senin geçmişteki hâlini bir şekilde etkisiz hâle getirsek ve sen de burada kalsan nasıl olur?” “Geçmişteki hâlimi öldürürsen, şimdiki ben de ölürüm Naci, bu bir paradoks.” “Öldürmek değil kastım, ne bileyim herhangi bir zaman dilimine yollasak?” “Bunu kendime bir daha yaşatamam, hele ki kendi ellerimle bunu 75
yapamam. Böyle büyük bir kaos ile zinciri bozmak istemiyorum, her şey olması gerektiği gibi gerçekleşmeli.” “Peki Aras, benim bir fikrim daha var. Heba olan yılları geri getiremeyiz belki ama Düşsel’e, şimdi çok sıkı bir şekilde, o kadar yılın hıncını alırmışçasına sarılabilirsin.” Aras güldü, böyle bir şeyin olabileceğine hâlâ inanamıyordu. “Hani o çok kalıplaşmış bir söz var ya ‘uzaktan sevmek’ diye. İşte yapmam gereken tek şey bu, uzaktan sevmek.” “Hayır Aras, buna ihtiyacın yok. Eski hâlin sinekkaydı tıraşlı değil miydi? Şimdi az da olsa sakalın ve bıyığın var. Buralardan bir yerden Arap kıyafetleri buluruz, bir de üstüne güneş gözlüğü taktın mı tamamdır. Kızına doya doya sarılabilirsin.” “Bahsettiğin şekildeki bir tipe bok olsa sarılmaz.” “Şansını dene Aras, her şeyini kaybettin zaten, ne kaybedebilirsin ki daha çok?” Aras bir süre düşünceli şekilde önüne baktı ve daha sonra gülümsedi. Evet, bu fikir onun mantığına yatmıştı. Bana dönüp “Olur mu sahiden?” dedi. O anda yüzünde açan umut çiçeklerini açıklayamam sizlere. Kendimi bir fedai gibi hissettim ve “Sen hiç sorun etme Aras,” dedim. “Giyineceğin kıyafetini de sarılmak için bahaneni de ben hâlledeceğim.” Bir süre yürüdükten sonra köyün girişine vardık. Köye girdikten sonra köyün muhtarı ile görüştüm. Muhtara, generalin oğlunun onlara zarar vereceğini fakat bizim sayemizde bu beladan kurtulduklarını söyledim. Kendimizin esasında bir Türk olduğunu ve onları kardeşimiz olarak gördüğümüzü de anlattım. Nihayet konuyu birkaç küçük ricaya bağladım ve muhabbeti sonlandırdım. Sonuç olarak gerekli kostümü bulmuştum, artık Aras’ın bana sunduğu onca lütuf ve ikramdan sonra bir iyilik yapma şansım vardı. Aras, kostümleri giyindikten sonra benimle birlikte meydana indi. Meydanda birkaç köylü ve birkaç çocuk vardı. Aras’a kızını 76
nerede bulabileceğimizi sordum. Eliyle çocuklardan birisini gösterdi “Bu Ege,” dedi. “Düşsel’in buradaki tek arkadaşı.” Birlikte Ege’nin yanına gittik ve bizi Düşsel’e götürmesini istedik, o da kabul etti. Aras yolculuk sırasında bana sokulup “Ege’ye temas edebiliyorum Naci,” dedi. “Bu, kızıma da temas edebileceğimin bir göstergesi.” Üçümüz birkaç dakika yürüdükten sonra bir evin önüne geldik. Ardından soluklanmamıza dahi izin vermeden Ege kapıyı tıklattı. O anda Aras kolumu sımsıkı sıktı, heyecandan dizleri titriyordu. Kapı hafifçe aralandı, içeriden bir kadın sesi “Kim o?” dedi ve kadın kendini gösterdi. Aras’ın tüm titremesinin kesildiğini hissettim, bir sessizlik çökmüştü etrafa. O an karşımdaki kadının Hannah olduğunu anladım. İngilizce bir şekilde “Merhaba, bizler karşı köyde yaşayan Türklerden biriyiz. Aras Bey burada mı acaba?” dedim. Hannah acele bir işi varmış gibi “Hayır kendisi burada yok ve üç gün boyunca da olmayacak,” dedi. Kapıyı kendine doğru çekip veda sözcüğü edecekti ki araya girdim ve “Hannah Hanım,” dedim. “Bizler bu bölgede yetişmiş bilim insanlarıyız. Ortadoğulu bilim insanlarına ilginiz olduğunu biliyoruz. Aras Bey burada olsaydı onu aracı kılıp sizinle çalışmak istediğimizi söyleyecektik fakat kendisi ne yazık ki burada yok.” Söylediklerim Hannah’ın dikkatini çekmişti. Bizi baştan aşağı süzdü, özellikle de Aras’ı. Ardından kapıyı açıp eliyle bizi buyur etti. Kendimi çok büyük bir iş başarmış gibi gururlu ve neşeli hissediyordum. İçeri girdikten sonra Hannah bizi salona oturttu ve bize kahve yapmak için mutfağa geçti. O sırada üst kattan birkaç ayak sesi geldi, ses gitgide yaklaşıyordu. Birisi merdivenlerden iniyordu. En sonunda bir ses yankılandı tüm odada “Hannah, kim gelmiş?” 77
Bu sesin kime ait olduğunu en az Aras kadar ben de biliyordum. Bu ses Düşsel’e aitti. Nihayet Düşsel merdivenlerden indi ve arkamızda dikeldi. Aras, kafasını çevirip bakmaya dahi cesaret edemiyordu. Düşsel ile göz göze geldiğimizde saniyenin onda birinde onu süzdüm. Gerçekten küçük yaşına rağmen oldukça alımlı bir kızdı. İnsanın estetik duyusuna hitap eden siması ve endamı vardı. Kot pantolon ve yeşil tişörtü vardı, bu onu ilk görüşümdü, asla unutamam. Aras’ın anlatımı bir yana, gerçekten onu ilk defa görmek, geçmişte yaşamış ve ölmüş birisiyle tanışmanın verdiği heyecandan da öte; insanı cezbediyordu. Koskoca yemyeşil gözleri vardı ve bir anlam ararcasına bana bakıyordu. Ayağa kalktım ve onu yanımıza çağırdım. Aras sessizce “Ne yapıyorsun sen?” dedi, ses tınısında bir utanç, bir heyecan vardı. Fakat ben yaptığım şeyden oldukça keyif alıyordum. Düşsel karşımızdaki koltuğa oturdu ve bizi kısa süreliğine süzdü. Ardından düş kırıklığına uğramış bir sima ile ve ses tonu ile “Babam geldi sanmıştım,” dedi. Ortamdaki yoğun melankoliyi hissetmiştim, buna mahâl vermemek için hemen lafa atıldım: “Biz de bu sebepten buradayız, babanı az çok tanıyoruz.” “Kimsiniz öyleyse?” dedi Düşsel heyecanlı bir sesle. “Bizler öte köyde yaşayan Türkleriz, tıpkı baban gibi bilim insanıyız biz de. Arora ve Hannah Hanımı son derece yakından takip ediyoruz. Sizin buraya geldiğinizi duyunca sizi ziyaret etmek istedik ama yetişemedik.” Düşsel, dediklerimle ilgileniyor gibi dursa da aklı beş karış havadaydı. Aklının yarısı babasında, öteki yarısı Aras’ın ilginç giyimindeydi. Oldukça açık sözlü bir kız olacak ki, hiç çekinmeden “Neden böyle garip giyiniyorsun?” dedi. “Evde güneş gözlüğü mü takılırmış?”
78
Aras gözlüğün arkasından bana baktı ve soğuk soğuk terlemeye başladı. Kısa süreli yutkunduktan sonra sesini hafifçe değiştirerek – ki değiştirdiği zerre belli olmuyordu, sanki kendine has ikinci bir ses taşıyordu boğazının içinde – “Yakın zamanda göz ameliyatı oldum, ışıktan kaçınmam gerek. Ve üzerimdeki bu kıyafetler de geleneksel kıyafetler. İnsanların geleneklerine saygılı olmalısın.” Aras, sanki onca acıyı yaşamamış, bunca seneyi yitirmemiş gibi, ilk iş kızına terbiye vermeye kalkmıştı. Düşsel yaptığı hatanın farkına varıp “Özür dilerim,” deyip başını eğdi. Aras, zaten içinde çağlayan evlat hasretini, bir de Düşsel’i azarlayıp onu kırarak; hem de onlarca şeyden sonra ilk cümlesinde onu üzerek katlamış, kendi içinde kendine duygusallık yaratmıştı. Düşsel’e “Nasılsın Düşsel?” dedi. Düşsel başını kaldırıp Aras’a baktı ve “İyiyim, siz nasılsınız efendim?” dedi. Aras bir süre sessiz kaldıktan sonra Düşsel’in sorusuna cevap vermek yerine başka bir soru sordu. “Baban ne zaman gelecek?” “Üç güne kalmaz gelir.” “O kadar emin misin geleceğinden?” “Evet eminim, çünkü bana söz verdi. Hem, niçin soruyorsunuz bunları?” “Onunla işimiz var, buradan ayrıldıktan sonra tekrar ne zaman uğrayacağımızı bilmek için soruyorum.” Düşsel de Aras da bir süre sessizliğe büründü. İkisi de birbirini izliyordu, birbirlerinin aurasına kapılmış gidiyorlardı. O esnada Hannah kahveleri getirdi ve herkese ikram ettikten sonra Düşsel’in yanına oturdu. Hiç vakit kaybetmek istemiyormuşçasına hızla sorular sormaya başladı, oldukça meraklı bir hâli vardı. “Burada büyükçe bir laboratuvar var, içi beklediğimden de nitelikli. Buradaki laboratuvarı kullanıyor musunuz?” 79
Aras, Hannah ile konuşma fırsatı bulmuştu. Her şeyi bir bir anlatmamak için kendini zor tutuyordu. Fakat bunca stres altında dahi çok profesyonel bir şekilde yalan söyleyebiliyordu. “Buradaki laboratuvarı pek kullanmayız, yani bizim alanımıza girmez. Sizi bunca şaşırtan ne var ki içerisinde, sıradan bir laboratuvar işte.” Aras, bu sorusuyla Hannah’ın Vilmodit esnasında dahi niçin laboratuvardan ayrılmadığının sebebini öğrenmek istiyordu. Çünkü onları kurtaracak bir yol olduğunu söylemişti ve bu yol hiç şüphesiz laboratuvardan geçiyordu. “Bilemiyorum, içerisi çok donanımlı. Yani alınmayın ama Ortadoğu’daki sıradan bir köy için fazla kullanışlı.” O sırada Düşsel birden ayağa sıçradı “Eyvah saat sekiz oldu, Ege’ye sözüm var dışarı çıkmam gerek,” dedi. Düşsel hızla kapıya doğru ilerlerken Aras ile aralarında çok ilginç bir diyalog gerçekleşti. Aras “Dikkat et kendine, geçe kalma!” dedi. Düşsel de arkasına dahi dönmeden “Gün bitmeden evde olurum!” dedi ve kapıdan çıktı. Diyaloğun ilginçliğini Aras da Hannah da sezmişti, hiç şüphesiz Düşsel de. Fakat bundan daha ilginç ve güzel olan bir şey vardı, tıpkı Düşsel’in de dediği gibi saat sekiz olmuştu. Aras’a “Saat sekiz oldu,” dedim. Aras da bana “Saat sekiz oldu,” dedi aynı coşkuyla. Hannah araya girip “Bir yere yetişmeniz mi gerekiyor?” dedi. Ben de bunun üzerine, sonradan Aras’tan oldukça azar işitmeme sebep olacak bir cevap verdim. “Ah evet, köyümüzde birkaç işimiz var. Aras bey döndüğünde uğrarız tekrar,” dedim ve ayağa kalktım. Aras ilk başta ayağa kalkmadı, koca güneş gözlükleri ile bir bana bir Hannah’a bakıyordu. Nihayet ayağa kalktı ve hep birlikte kapıya kadar ilerledik. Son anda arkasına döndü ve “Aras Bey’e bizden bir mesaj bırakır mısınız?” dedi. Hannah meraklı gözlerle “Hay hay,” dedi. Aras bir süre Hannah’ın gözlerine baktıktan sonra “Ona, ailesi ile birlikte geçirdiği her anın tadını çıkarmasını ve bunun dünya üzerindeki tüm hazinelerden daha kıymetli olduğunun bilincinde olmasını söyler misiniz?” dedi. “Çünkü bu kadar şanslı olamayan çok fazla insan var.” 80
Hannah anlamsız bakışlarla “Peki iletirim,” dedi fakat kendisi bile neyi neden ileteceğini bilmiyordu, sadece Aras’ın dediklerini onaylıyordu. Kapıdan çıktıktan sonra “Hoşça kalın,” diye seslendi arkamızdan. “Konuşacağımız oldukça fazla şey var, sizi bekliyor olacağım.” Ardından kapıyı kapattı. Aras, Hannah’ın sözlerini tekrarladı. “Konuşacağımız oldukça fazla şey var…” dedi. O sırada Düşsel ile Ege uzaklardan gözüktü. İkimiz hızla onların yanına gittik. Düşsel yanımıza gelip “Gidiyor musunuz?” dedi. Aras “Gitmeyelim mi?” dedi. Aras bu soruyu öyle bir ses tonuyla sormuştu ki, Düşsel “Kalın,” dese yıllarca kalabilirdi. Düşsel hiç düşünmeden cevap verdi. “Herkesin kendi yuvası var, yuvana dönmezsen ailen seni özler,” dedi. Aras gülümsedi, ben de istemsizce gülümsedim; fakat gözlerim de bu trajedi karşısında dolu doluydu. Aras, Düşsel’in karşısında çömeldi ve “Benim de senin gibi kızım vardı, onu çok seviyordum; hâlâ seviyorum,” dedi. Düşsel merakla “Ne oldu ona?” dedi. Aras gözünde gözlük yokmuş gibi bakışlarını kaçırdı ve dolu gözlerini saklamaya çalıştı. “O öldü,” dedi. Düşsel bunun karşısında çok değerli bir vazoyu kırmış gibi bir ses çıkardı “Hiii!” dedi ve Aras’a sarıldı. Aras da ona kocaman sarıldı ve ağlamaya başladı. Düşsel onun sırtını sıvazlayarak “Üzülme,” dedi. “Çocuklar öldüğünde cennete giderler, eminim ki o gittiği yerde mutludur.” Aras sesli bir şekilde ağlıyordu. Ben de gizliden gizliye yaşlar döküyordum. Ne zordu bir babanın kızına hem bu kadar yakın olup hem de bu kadar uzak olması ve ne kadar ilginçti birisinin, kendi ölümünden dolayı bir yakınını teselli etmesi. Ne kadar acı çekiyordu kim bilir… Düşsel konuşmaya devam etti. “Ben de annemi kaybettim, ben de senin gibi ağladım. Sen şanslısın, sen bana sarılabiliyorsun, ben kimseye sarılamadan ağladım. Ama en sonunda Allah bana en az 81
annem kadar iyi bir şey verdi, baba verdi. Sen de üzülme, Allah senden bir evladını aldıysa bunda bir hayır vardır, daha iyi bir evladın yolda olduğunu düşün.” Aras daha da gürültülü ağlamaya başlamıştı, senelerce içinde tuttuğu irini akıtıyordu bariz. Nihayetinde Aras kendine geldi ve zor da olsa Düşsel’den kendini ayırdı. Onun gözlerinin içine baktı ve “Babanın kıymetini bil,” dedi. “Senin için neleri göze alıp nelerle savaştığını bilemezsin.” En sonunda Aras, Düşsel’i alnından ve saçının üstünden öptü ve ondan ayrıldık. Arabaya bindikten sonra Aras hiç konuşmadı. Bir süre sonra “Nereye gidiyoruz?” dedim. “Sadece sür,” dedi. Yaklaşık yarım saat sonra “Burada dur,” dedi. Hava kapkaranlıktı ve bir ormanın yanındaydık. Aras, makineyi de aldıktan sonra araçtan indi ve “Zamanımıza dönmeye hazır mısın?” dedi. Bir süre düşündükten sonra “Aras, zaten fazladan pillerimiz var,” dedim. “Bunca yıl sabrettin, bir gün daha sabredemez misin kızına kavuşmak için? Beni geleceğe götür, ben de geleceği görmek istiyorum.” Aras bir süre bana baktı ve gülümsedi. “Sen benim yol arkadaşımsın, bana çok yardımın dokundu, elbette ki götürürüm.” Ardından makineden birkaç yeri çevirdi ve birkaç düğmeye bastı. Bana dönüp “29.02.2092 nasıl?” dedi. “Hem Şubat’ın 29 çektiği günlerden biri, artık gün.” “Hayatımda ne kadar unutulmaz anı varsa hemen hemen hepsini artık günlerde yaşadım. Çok iyi bir zaman bu.” Başını sallayarak “Güzel,” dedi. “Şimdi yapacağım yolculuk, bundan öncekiler gibi olmayacak. Artık kederli değilim, her şeyime; kızıma kavuştum. Şu an karşında duran bu vücut, kızının yokluğu ile yıpranmış bir vücut değil artık. Haydi Naci, geleceğe dönelim ve oranın tadını çıkartalım. Bakalım, kendimizden izler bulabilecek miyiz?” 82
Onun gözlerindeki neşeyi görebiliyordum. O kadar neşeliydi ki, konuşurken kıkırdamamak için kendini zorluyordu. Onun bu neşesi istemsizce bana da sirayet ediyordu. Ben de aynı coşkuyla geleceğe gitmeyi bekliyordum. Aras son bir tuşa bastı ve makine çalıştı. Simsiyah bir küre oluştu tekrardan. Ama artık bu küreden korkmuyordum, sanki bir dostummuş gibi hissetmeye başlamıştım bu küreyi. Bu kürenin içinde tüm zaman dilimleri vardı, peygamberlerden dinozorlara kadar her şey bunun içindeydi. Bu düşüncelerle kürenin içine adım attım, adımımı atmamla çıkmam bir oldu. Etrafa göz gezdirdiğimde, gördüklerim karşısında hayretimi gizleyemedim. Bir ormanda yumduğum gözümü, kurak topraklarda açmıştım. Bir tek ağaç, bir tek gölgelik yoktu. Hayret ve dehşet içerisinde “Aman Allah’ım,” dedim. “Buraya ne olmuş böyle?” Aras etrafa göz gezdiriyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra “Savaş,” dedi. Daha sonra duraksadı, eğilip bir avuç toprak parçası aldı ve hafifçe yere döktü. Yüzünde bir keder oluştu. Daha sonra bana döndü ve “Nükleer bir savaş,” dedi. Bir nükleer savaşın kalıntıları üzerinde duruyorduk. Aras’a korku ile “Sence bunun müsebbibi biz miyiz?” dedim. Aras sustu ve hiçbir şey söylemeden uzaklara baktı. Daha sonra yürümeye başladı. Ben de peşi sıra gittim. Yaklaşık yarım saat tek kelime etmeden etrafı izleyerek yürüdük. Kimseler yoktu etrafta, her yer gri bir çölden ibaretti ve gök gri bir sis ile örtünmüştü. Daha sonra yol kenarında bir araba bulduk. Aras hemen arabaya doğru koştu ve camını kırıp içine girdi. Ona “Sence çalışıyor mudur? Pek de yıpranmışa benzemiyorum ama…” dedim. “Çalışması önemli değil, orasını hâlledebiliriz. Önemli olan benzininin olması,” Aras arabanın içinde de dışında da epey uğraştı ve on beş dakikanın sonunda arabayı çalıştırdı. Aracın benzini ağzına kadar doluydu, aküsü yeni denilecek kadar kaliteli ve kullanılmamıştı. Yer, 83
yön belirlemeden aracı sürmeye başladık. Saatlerce sürdük, gün boyu yoldaydık. En nihayetinde karşımıza kırık, tozlar içinde kalmış bir tabela çıktı “Suriye – Rakka” Lübnan’dan, Suriye’ye kadar aracımızı 450 kilometre boyunca sürmüştük ama hiçbir yapı görememiştik. Değil bir bina, bir tane taşın üstünde taş yükselmemişti. Aracımızı yarım saat daha Rakka’nın içine doğru sürdüğümüzde nihayet karşımıza birkaç bina çıktı. O kadar heyecanlanmıştık ki, araba durmadan atlamıştık binaların önüne. Biz araçtan atlar atlamaz, kapılardan biri şiddetle açıldı. İçinden bir erkek, bir kadın çıktı. İkisinin de elinde tüfek vardı ve namlular bize dönüktü. Ellerimizi kaldırıp başımızın üstüne koyduk ve dizlerimizin üzerine çöktük. Kadın, ilginç bir dille konuşuyordu. O anda içimde büyük bir telaş peyda oldu. Onlarla aynı dili konuşamıyorken, dost olduğumuzu nasıl anlatabilirdik ki? Adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor, namluyu ikide bir alnımıza dokunduruyordu. Umarsızca Aras’a “Yolun sonuna geldik dostum,” dedim. O anda adam “Türkçe biliyor musunuz?” dedi ilginç bir şive ile. Gözlerimizde büyük bir neşe ve umut ışığı ile ikimiz de bir ağızdan “Evet,” dedik. Adam “Sizin burada ne işiniz var?” dedi. “Burası Türkler için hiç tekin bir yer değil.” Aras hiç detaya girmeden “Biz art niyetli değiliz, dostuz. İzin verin size kendimizi açıklayalım,” dedi. “Bize ne açıklayacaksınız?” “Eğer namluyu indirirseniz her şeyi konuşabiliriz,” “Eğer anlattıklarınız beni cezbetmezse, son duanız için hazırlanın.” Aras, adamın silahını kaldırması ile ayağa kalktı. Kadın hâlâ tetikteydi. Her an bir delilik yapacak gibiydi. Adam, kadınla kısa süreli bir diyalog kurdu ve ardından kadının surat ifadesi yumuşadı. Bizi evlerine soktular ve bir masaya oturttular. Adam sorgular gibi bir ses 84
tonuyla “Anlatın,” dedi. Aras ile kısa süreli göz teması kurduk. Bir süre sessiz kaldıktan sonra “Canımızdan önemli değil,” dedi ve zaman yolculuğumuzdan bahsetti. Beklediğimizin aksine bu düşünce, adamın oldukça dikkatini çekmişti ve aynı zamanda da çokça şaşırmıştı. Demek ki onların devrinde zaman makinesi yoktu fakat zaman makinesinden bihaber olan birisi için oldukça ikna olmuşa benziyordu. Adam “Anlattıklarınız çok ilginç şeyler,” dedi. “Fakat bu her şeyi düzeltmemiz için bir şans olabilir.” “Neyden bahsediyorsunuz?” dedi Aras merakla. “Hadi ama, gerçekten bilmiyor musunuz burada olanları?” “İnanın bayım, tahminden öteye geçemiyor düşüncelerimiz.” “Sizler iyi adamlarsınız çocuklar, karıma sizin için su koymasını söyleyeceğim.” “Sorun olmazsa, bir parça ekmek de verir misiniz?” dedim utangaç bir tavırla. “Sadece su!” dedi adam sertçe. Adam kadına birkaç şey söyledi ve kadın hemen bize su ikram etti. Ardından adam bize döndü. “Bundan on yıllar önce Lübnan Cumhurbaşkanı Süleyman, babasını devirerek Cumhurbaşkanı oldu. Ki babası da darbeci bir generaldi, bir başkasını devirerek başa geçmişti, kader işte. Süleyman, sürekli Birleşmiş Milletler’in ona verdiği sözü tutmadığını iddia ederek oraya buraya sallıyordu, en sonunda çok büyük oynadı ve İsrail’e savaş ilan etti. Elbette ki diğer ülkeler buna kayıtsız kalmadı ve onlar da perde arkasından da olsa savaşa dahil oldu ve böylece dokuz yıl süren Üçüncü Dünya savaşı başlamış oldu. Lübnan, savaşın ikinci ayında İsrail’e tam iki adet nükleer bomba attı. Bunların birisi Tel Aviv’e ötekisi Kudüs’e gönderilmişti. İsrail bunun üzerine karşılık olarak tam üç tane atom bombası 85
kullandı Lübnan’a karşı. Bunun üzerine tüm Ortadoğu ve Kafkasya savaşa müdahil oldu ve onlar da nükleer silah kullandı. Batı ve Uzakdoğu kilometrelerce öteden ahkam keserken, kendilerini oldukça güvende hissediyorlardı. Fakat Lübnan “Ben batacaksam, siz de batacaksınız!” diyerek, tüm Dünya ülkelerine eş zamanlı terör saldırıları düzenletti. Bunlar öyle saldırılardı ki, Dünya üzerindeki en büyük terör saldırısı olarak kayıtlara geçti. Fakat esas her şeyi bozan olay, Lübnan’ın İran ile birlik olup Amerika ve Fransa’ya atom bombası atması ile başladı. Bunun üzerine Amerika da savaşa müdahil oldu ve Ortadoğu’yu dümdüz etti. Uzakdoğu ülkeleri ise fırsat bu fırsat deyip Amerika ve Batı’ya savaş ilan etti. Sonuç mu? Gördüğünüz gibi, suya ve ekmeğe muhtacız. Yemeklerimiz ve sularımız kirlendi, nesillerimiz bozuldu. Karımın bir elinde dört diğer elinde altı parmak var. Benim ise hem penisim hem de vajinam var. Bu o kadar sık görülen bir şey oldu ki, doğan üç çocuktan birisi bu şekilde doğuyor. Eğer sözünüzün eriyseniz, şimdi bana zaman makinesini getirirsiniz yoksa kafanızı hemen şuracıkta patlatırım.” Korku ve telaş dolu ifadelerle Aras’a baktım. Aras, umarsızlığın verdiği umursamazlıkla “Tamam,” dedi. “Arabanın içinde, arka koltukta.” Aras’a kocaman bakışlar attım. Sanki kendi malımı başkasına izinsiz veriyormuşçasına kızgındım ona. Omuz silkip “Elden ne gelir ki?” dedi. “Ölmek mi istiyorsun?” Daha sonra adama döndü ve dedi ki “Benim de sizden bir ricam var,” Adam hâlinden pek bir memnun bir şekilde “Söyle,” dedi. “İnternet ortamınız varsa kısa süreliğine kullanmak isterim. Aradan geçen onca zamanda neler olduğunu merak ediyorum.” 86
“İnterneti kullanmanı gerektirecek ne var? Bana sor, anlatayım.” “Emin ol cevabını bilmiyorsundur.” “Pekâlâ, her neyse. İnternet bu dönemde pek kullanılan bir şey değil, en son girdi yıllar önce yazılmıştır herhâlde. Onu geçmiş arşivi gibi kullanıyoruz, sadece geçmişte olup bitenleri merak ettiğimiz zaman açıyoruz. Filmleri, röportajları, belgeselleri ve kitapları…” “Benim de aradığım şey tam olarak bu!” Adam gitti bilgisayardan hâllice bir makine getirdi. Kullanımı dizüstü bilgisayardan farksızdı. Aras arama motoruna kendi adını yazdı. Sosyal medya profilini buldu, çok heyecanlıydı. Bana döndü ve “Hazır mısın Naci?” dedi. Heyecan ile baş salladım. Profilin üzerine tıkladığında kısa süreli bir donma yaşandı ve sayfa, fotoğrafları önümüze dizmeye başladı. İkimiz de şaşkınlıkla profili inceliyorduk. Aras’ın için için ağladığını duydum. Elimi omzuna attım ve sıvazladım. Fotoğraflardan birine tıkladı. Bu kendisinin çok ama çok yaşlı olduğu bir fotoğraftı. Bir hastane yatağında yatıyordu ve yanında Düşsel vardı. Düşsel, tahminimce burada altmış yaşındaydı. Fakat o kadar asil ve genç duruyordu ki, yaşlılığı belli olmuyordu. Yüzünde hiçbir sarkık ve kırışıklık yoktu. Sanki hayat bu kadını hiç yormamış, bir ömür güldürmüştü. Ardından en eskilere gitti, ta 2020’lere. Oradan rastgele bir fotoğrafa tıkladı. Lübnan Kavaşra’da çekilmiş bir fotoğraftı bu. Arora ile Hannah yan yana Düşsel ise Aras’ın kucağındaydı ve hepsinin yüzünden koca gülümsemeler saçılıyordu. Birkaç fotoğraf atlayıp biraz ileri gittiğinde bir beyazlık karşısında durdu. Bu, Hannah ile Aras’ın düğün fotoğrafıydı. Aras’ın eli titredikçe farenin imleci de bir o yana bir bu yana gidiyordu. Aras sessizce “Aman Allah’ım,” dedi. “Evlenmişiz.” 87
Hannah bembeyaz gelinlikler içinde çok asil olmuştu fakat onca güzelliğine rağmen dikkatimi Aras çekiyordu. Onu hiç bu kadar alımlı ve yakışıklı görmemiştim. Pek tabii hiç bu kadar mutlu da değildi. Elimi hayranlıkla çeneme götürdüm ve “Çok güzelsiniz,” dedim. Yüzüne baktığımda acı içinde de olsa tebessüm ediyordu. Çok güzel bir gerçekliği hem yaşamış hem de yaşamamıştı. Ve bu güzel gerçeklik hiç şüphesiz onun emeğiyle, göz yaşıyla bina edilmişti. O, bir insanın kendisine verebileceği en büyük ve en güzel hediyeyi vermişti: sevdikleri ile geçirebileceği bir hayat imkânı. Biraz daha ilerledikçe Düşsel’in lise mezuniyet fotoğrafı çıktı karşısına. Aras, gururlu bir şekilde Düşsel’in omzuna elini atmış; Düşsel ise bir eli babasının belinde öteki eli diplomasını havada bir yumruk gibi sallar vaziyette poz vermişti. Ne kadar da güzel bir genç kız olmuştu Düşsel. Koskoca yemyeşil gözleri vardı, saçları koyu kumraldı ve elmacık kemikleri oldukça belirgindi. Boyu babasının çenesine gelmesine rağmen, proporsiyonunun düzgünlüğünden dolayı müstakil fotoğraflarda babasından daha uzun gözüküyordu. Fotoğraflarda ağır ağır ilerlerken Hannah, Düşsel ve Aras’ın hemen hemen tüm dünyayı gezdiğini fark ettik. O kadar fazla geziyorlardı ki her kare bambaşka bir ülkedendi. Profilde biraz hızlı ilerleyip gittiğimizde bir fotoğraf gördük. Hannah’ın hamile olduğu fotoğraf. Aras bana dönüp “Hannah, karnında benim çocuğumu mu taşıyor?” dedi. Daha sonra bu sözünü neşe içinde tekrarladı. Ben de “Evet,” dedim. “Biraz daha ileri gidersek çocuğunun yüzünü göreceksin.” Aras tam ileri gidecekken kapı hızla açıldı. İçeri adam girdi. Elinde zaman makinesi vardı. Aras bir ona bir de zaman makinesine bakıyordu. Daha sonra adam öteki eline masanın üzerindeki tabancayı aldı. Sinirle ayağa sıçradım “Anlaşmamız vardı,” dedim. “Eğer sana zaman makinesini verirsek sen de bizi serbest bırakacaktın.” 88
“Tüfek sizin için değil, her şeyi başlatan Süleyman için.” Aras’a korku içinde baktım. İkimizin gözünde de telaş vardı. Bu bakışmalar esnasında ikimizin de gözü ışıldadı. O anda anlamıştık. Generalin oğlunu öldüren kişi, Kavaşra’dan ya da o zaman diliminden birisi değildi. Elinde tabanca tutan bu adamın ta kendisiydi. Aslında her şeyi biz başlatmıştık ve bu; lanet olası bir döngüydü. Aras kederle adama baktı. Eğer şimdi, ona izin verirse yalnız generalin oğlunu değil, aynı zamanda kızını, eşini ve gelecekte doğacak olan çocuğuyla birlikte Aras’ın görebileceği tüm güzel günleri öldürecekti. Fakat ona izin vermezse, milyarlarca insan ölecek ve yaşayanlar da mutasyona uğramış bir şekilde berbat bir dünyaya gözlerini açacaktı. Bu, bir insanın omzuna yüklenebilecek en ağır imtihanlardandı, dağ olsa çatlardı. Adam Aras’a tabancayı doğrulttu ve “Şimdi beni generalin henüz babasını devirmediği günlere göndereceksin. Ben de onu binlerce korumanın olmadığı bir anda, tam alnının ortasından vuracağım.” Aras adamın gözlerinin içine uzunca baktı. Daha sonra adamın üzerine hızla yürüdü. O anda Aras’ın adama saldıracağını sandım. Ve bundan gayet memnun oldum. Hemen elime gelen ilk şeyi aldım ve Aras’ın arkasına geçtim. Fakat Aras pes etmişçesine attığı bakışlarla ve küfredercesine hareketleriyle adamın elinden makineyi aldı. Birkaç düğmeye bastı ve “İşte hazır,” dedi. “2022’e gidebilirsin. Ama olur da bana veya kızıma rastlarsan bizi uyar. Duydun mu beni? Silah zoruyla da olsa çıkart bizi o kasabadan.” Adam heyecanla Aras’a baktı ve “Tamam,” dedi. Ardından makine çalıştı ve karısıyla birlikte karanlığa atladılar. O anda Aras ile ben, odanın ortasında kalakaldık. İkimiz de ayakta dikeliyorduk. Aras kanı donmuşçasına ağır adımlarla masaya yöneldi ve birden sandalyeye çöktü. Fotoğraflara gözünün ucuyla tekrardan baktı. Daha sonra 89
hınçla bilgisayarı kapattı. Ona birkaç adım yaklaştım. “Üzülme Aras, sen elinden gelenin de fazlasını yaptın. Ama olmuşla ölmüşe çare yok.” Aras bana baktı ve bilgisayarı tekrardan açtı. Bilgisayarı gözüme sokarcasına yaklaştırdı ve “Nasıl yok he?” dedi. “Al bak, çare var işte. On birinde ölmüş kızın altmış yaşındaki fotoğrafı var. Bambaşka bir evrende ben ve sevdiklerim mutluyuz ama ben oranın ecnebisiyim.” Aras’ı telkin edebileceğim hiçbir cümle yoktu. Sadece ona acıyla bakıyordum. Ona sarıldım ve “Tamam,” dedim. “Düşsel senin bu kadar emek verdiğini bilseydi ne kadar çok mutlu olurdu biliyorsun değil mi?” O anda “Naci,” dedi. “Aptal herifler zaman makinesini yanlarında götürmeyi unuttular.” Heyecanla arkamı döndüm ve yerde duran zaman makinesini gördüm. Bir Aras’a bir zaman makinesine bakıyordum. Aras “Dört tane daha pilimiz var,” dedi. Aras’ı omzundan tuttum ve “Hâlâ bir şansımız olabilir. Geçmişe gidip Düşsel’i o köyden çıkarabiliriz,” dedim. Aras hüzünle başını salladı. “Bu imkânsız,” dedi. “Anlamıyor musun? Hiçbir şekilde olmuş olana ve olacak olana engel olamıyoruz. Olacak olan olacaktır.” “Murphy Kanunu.” “İster Murphy Kanunu de ister kader de istersen de gerçeklik de. Ne dersen de elimizden hiçbir şey gelmiyor işte.” “Ama generalin oğlunu ölümden sen kurtardın. Görmedin mi fotoğrafları? Böyle bir ihtimal var Aras.” “Hâlâ anlamıyor musun Naci? Onu kurtarmamdı asıl onu öldüren şey. Ona yalandan söylediğimiz sözler, hâliyle devletler tarafından tutulmadı. O da bunun hıncını savaş çıkartarak aldı. Sonrasında dünya böyle bir hâl aldı. Bu askerin yanına gelip zaman makinesini 90
vermeseydik generalin oğlunu da öldürmeyecekti. Yani her şeyin müsebbibi biziz.” “Beynim allak bullak oldu.” “Anlamaya çalışma, sadece yaşa. Çünkü ne mekânı ne de zamanı hiçbir zaman anlayamadık ve anlayamayacağız.” “Aras, şansımızı bir kere daha denesek? Ne kaybedebiliriz ki? Zaten her şeyimizi kaybettik.” “Korkuyorum Naci, geçmişte yaptığımız en küçük şey yıllar içerisinde tıpkı kelebek etkisi gibi koskoca sonuçlar doğurabiliyor.” “Tamam o zaman, biz de siyasete burnumuzu sokmayız. Böylece yaptığımız her etki sadece bizi ve çevremizi etkiler.” “Nasıl yani? Ne demek istiyorsun?” “Düşsel ile tanıştığın günü düşün. Ya da Arora ile tanıştığın günü. O günler hiç yaşanmasa ne olurdu?” Aras gözümün içine derin derin baktı. Daha sonra arkasına döndü ve “Hayır bu çok saçma,” dedi. “Her ne olursa olsun Düşsel ile geçirdiğim bir sene yüzlerce yıla bedeldi, bunu olsun benden alma.” Daha sonra bir anlığına durdu ve düşündü. “Aman Allah’ım,” dedi. “Düşsel ile tanıştığım gün de polindrom bir gün. O günü asla unutamam çünkü Düşsel o gün bana tarihi sormuştu ve ertesi günün doğum günü olduğunu söylemişti.” Bunu duyar duymaz büyük bir şey keşfetmişçesine haykırdım “Kader!” Aras düşünceli bir şekilde “Belki de tam tersi…” dedi. “Anlamadım?” “Belki de sırf ben şimdi, geçmişe gittiğim ve geçmişte işleri karıştırdığım için Düşsel ile tanışmışımdır? Çünkü tam da tanıştığımız günün polindrom bir gün olması bana bu işin içinde parmağımın olduğunu düşündürüyor. Aksi takdirde bu kadar tesadüf çok fazla!” “İster işin içinde parmağın olsun, isterse de olmasın. Ne yani? Belki zaman yolculuğu yaptığımız için onunla tanıştın diye o zaman yolculuğunu yapmayacak mısın? Belki de sırf bu korkun sebebiyle burada 91
elin kolun bağlı bir şekilde beklediğin için tanışmana kimse engel olmadı? Sen bu işin sonuçlarını bilemezsin Aras, sana düşen şey yapılması gerekeni yapmaktır. Sen harekete geçip kontrol etmedikçe, her iki ihtimal de aynı anda geçerlidir.” “Tıpkı Schrödinger’in kedisi gibi.” “Tıpkı Schrödinger’in kedisi gibi...” “Belki de üzerime düşen görev zamana burnumu sokmamaktır? Haddimi aşmamaktır belki de yapmam gereken şey…” “Bunu hiç sanmıyorum.” “Neden?” “Çünkü geçmiş, avaz avaz seni çağırıyor Aras. Duymuyor musun?” Aras masanın üzerindeki bilgisayara gözünün ucuyla baktı. Düşsel’in lise mezuniyet fotoğrafı açılmıştı tekrardan. Daha sonra zaman makinesine baktı ve “Artık duyuyorum,” dedi. Zaman makinesinin başına geçip bir süre uğraştı ve ardından ayağa kalktı. Bana dönüp “12.02.2021’e gitmeye hazır mısın?” dedi. Bir fedai gibi keskin bakışlar ve gür bir sesle “Evet!” diye haykırdım. Ardından düğmeye bastı ve kara küre tekrardan oluştu. Önden Aras girdi. Ardından da zaman makinesini kucağıma alıp küreye atladım. Küreden çıktığımda Aras, bulunduğumuz odada düşünceli bir şekilde turlar atıyordu. Bana dönüp “Eğer buradan çıkarken birisine gözükürsek bizi hırsız diye asarlar,” dedi. Bir süre sessizlik hâkim olduktan sonra “Yukarıdan adım sesleri geliyor, evde birisi var,” dedi. Bunun üzerine ikimiz de nefes dahi almadan bekledik. Birkaç dakika sonra kapı sesi geldi ve bir daha hiç ses gelmedi. Bunun üzerine hızla kapıyı açıp evden kaçtık. O kadar hızlı koşuyorduk ki, peşimizde atlı olsa dahi yakalayamazdı. On dakika soluksuz koştuktan sonra Rakka’nın merkezine geldik. Oradan araba kiralayıp tekrardan Lübnan Beyrut’a döndük. Zamanımız gitgide azalıyordu. İlk iş bir uçağa atlayıp Trabzon’a uçtuk. 92
Hâlâ Düşsel ile Aras’ın karşılaştığı ana saatler vardı. Maçka’ya gittik ve Düşsel’in kaldığı evi bulduk. Evin önünde yaklaşık yarım saat boyunca adamın dışarı çıkmasını bekledik. Aras’a “Adam dışarı çıkarsa ne yapacağız ki?” dedim. “Bilmiyorum,” dedi. “En azından bugünlük Düşsel’e iyi davranmasını sağlamalıyız.” “Sakin olman gerekiyor Aras, biliyorsun değil mi?” dedim. Yılgın bakışlarla “Sence daha ne kadar sakin olabilirim ki?” dedi. Yaklaşık on dakika sonra adam bahçeye çıktı. Muşmulamsı bir tipi vardı. Hızla ayağa kalkıp yanına gittik. Adam bizi oldukça güleç karşılamıştı, gerçekten şaşırmıştık. Adamın bu güler yüzü Aras’ın öfkesini yıldırmamıştı. Sert mizaçla “Burada küçük bir kız oturuyor değil mi?” dedi. Adam, bunu duyar duymaz kaşlarını çattı “Evet, bu sizi neden ilgilendiriyor?” dedi. Aras adama bir adım daha yaklaştı ve “Bak,” dedi. “Bu kıza ne yaparsan yap, bugün yapma. Hatta bugün de değil, birkaç saat sonra istediğini yap ama şimdi sakın yapma.” Adam daha da bir öfkelendi ve Aras’ın omzunu sertçe ittirip “Size mi soracağım ulan kızıma nasıl davranacağımı?” dedi. Aras hâlâ sakindi fakat her an patlayacak bir bomba gibi olduğu için araya ben girdim. “Bakın beyefendi, buraya birazdan Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı gelecek, evlerinde üvey evlat bulunduran kişileri ziyaret edecek. Biz sizin için söylüyoruz, onlarca yıl hapsedilirsiniz.” Adam daha da öfkelendi ve aynı hiddetle beni göğsümden ittirdi. “Siz kimsiniz?” dedi. “Nereden biliyorsunuz benim üvey kızımın olduğunu? Size mi kaldı beni hapisten koruyup korumamak?” Adam kendine zor hâkim olur şekilde çenesini sıvazladı ve “Ama ben biliyorum,” dedi başını sallayarak. “O küçük şeytan söyledi size değil mi? O söyledi tabii… Ağzını kıracağım onun, bakalım bir daha birisine bir şey anlatabiliyor mu?”
93
Aras’a telaşla baktım, hâlâ sakindi. Adam ise Aras’ın sakinliğini güvence bilip Aras’a küfürler etmeye başladı. Ben daha çok sinirlenmiştim fakat işleri elimize yüzümüze bulaştırmamak için hiçbir şey yapmadım. En sonunda adam Aras’a yumruk atacak gibi oldu ki Aras adamın elini tuttu. “Şansını zorlama,” dedi dişlerini sıkarak. Sanki “O genç ve toy Aras artık yok,” der gibiydi. Bunun üzerine köpek deli gibi havlamaya başladı. Bıraksalar bizi diri diri yiyecekti. Adamın gözlerinden elindeki acıyı okuyabiliyordum. “Tamam Aras, gitmemiz lazım,” dedim. Aras adamın gözlerine nefretle bakıyordu. Daha önce öldürdüğü bir kişinin gözlerine bakmak çok garip bir duygu olsa gerekti. Bir söz vardır “Bir daha olsa bir daha yaparım,” diye; işte Aras da bir daha yapmak üzereydi. En nihayetinde adamı bir köşeye ittirdi ve bahçeden çıktı. Ben de adamın gözlerinin içine son bir kez bakıp Aras’ın arkasından gittim. Tek kelime etmeden sokaklar boyu yürüdük. Bir süre sonra bir adam yolumuzu kesti ve “Oo Aras’ım benim!” diye sarıldı Aras’a. O kadar korkmuştum ki yakalanacağız diye, kaçıp gidesim gelmişti. Aras “Rafet Amca, nasılsın?” dedi. Adam “İyiyim yavrum iyiyim,” dedi ve hâl hatır sormaya başladı. Kısa süreli sohbet ettikten sonra oradan ayrıldık. Aras “Allah’tan ihtiyarın teki de on sene yaşlandığımı fark etmedi,” dedi. Ben de gülümseyip “O adamın ihtiyarlığından değil, senin gençliğinden,” dedim. Duydukları onun gururunu okşamış olacak ki onca kederine rağmen gözümün içine bakıp sahici bir gülümseyişle teşekkür etti. Bir süre daha yürüdükten sonra bir Luna Parka geldik. Aras eliyle dönme dolabı gösterip “Eğer başarısız olursak, yarın akşam Düşsel ile ben bu dönme dolaba bineceğiz,” dedi. “Gerçekten başarılı olmak istiyor musun?” “Sadece bir seneliğine de olsa, onu tanımak istiyorum.” 94
“Kusura bakma Aras, keşke başka bir polindrom tarih olsa ama yok.” “Ben beklerim…” “Ya başarısız olursan?” “Bu riski almaya değmez mi sence de?” “Bencilce davranıyorsun Aras.” Aras’ın yüzü düşmüştü. Çarpışan arabaya ve dönme dolaba uzunca baktı. Ardından saatine baktı ve “İşte vakit geldi,” dedi. “Hadi gidelim.” Sokağa yaklaştığımızda dayak seslerini duymaya başladık. Aras bana dönüp “Olamaz,” dedi. “İşe yaramadı!” Eve doğru hızla koştuk. Düşsel ağlayarak “Kimseye söylemedim ben!” diye haykırıyordu. O anda Aras koşmayı durdurdu. Hemen yanına gittim “Ne oldu?” dedim. “Oh… Aman Allah’ım!” dedi. Tekrardan sordum “Ne oldu?” Dehşet dolu bakışlarla bana döndü. “Düşsel, polise verdiği ifadesinde ‘Adam, beni dövdüğünü birisine anlattığımı sanıyordu. Bu yüzden beni dövdü,’ demişti. Onu uyardığımız için Düşsel’i bu kadar şiddetli dövüyor. Geçmişte köpeğin bana neden deli gibi havladığını da şimdi anladım, çünkü sahibini pataklamıştım, beni tanıyordu. Ve hatta ben kapıyı çaldığımda adam kapıyı açar açmaz bana ‘Yine mi sen?’ demişti. Naci, her şeyi biz başlattık.” O an, bana daha önceden anlattıklarını hatırladım. Nasıl olur da bunu düşünememiştik. Sanki yazgı ile satranç oynuyor gibiydik. Aras’a “Bu bir paradoks!” dedim. Aras bir süre sessiz kaldı ve eve baktı. Ardından “Hayır değil,” dedi. Koşarak sokağın başına gitti ve kendisinin gelmesini bekledi. Kendisi az ötede gözükünce kendisine doğru koşmaya başladı. Bunu hiç beklemiyordum. O anda ikisi de yere düştü ve ağızlarından köpükler gelmeye başladı. Aras’ın yanına doğru gittiğimde bir an 95
duraksadım. Aras bana Düşsel ile tanışmadan önce Sara krizi geçirdiğini söylemişti. Ama öyle değildi, kendisi ile karşılaştığı için elektrik boşalması yaşamıştı. Bir nevi Sara Kriziydi bu ama bunun sebebi Sara Hastalığı değildi. Bunun üzerine Aras’ı yerden aldım ve onu yerde sürüyerek geçmişteki aslından uzaklaştırdım. Bir süre sonra kendine geldi. Olan biteni ona anlattım, ölü gibi bakışlarla dinliyordu. Daha sonra bana “Anladım artık Naci,” dedi. “Olmuşla ölmüşe çare yok!” Aras yattığı yerden doğruldu ve oturur vaziyette elini omzuma koydu. Bakışlarında bir utanç, bir hüzün vardı. Gözleri dolu dolu “Bir anlığına da olsa başaracağım sanmıştım,” dedi. “Her şeyi düzeltebilirim, her şeyi baştan yaratabilirim sanmıştım. Ama işte bak şimdi neredeyiz. Tanrı kahkahalar atarak izliyordur hâlimizi. Sanki ben ne yapmışsam ona, lisedeki fizik öğretmenim gibi bana kafayı takmış. Sanki stres topu niyetine yaratmış beni.” “Bu söylediklerine sen de inanıyor musun?” “Sor bakalım tanrıya inanıyor muyum?” “Aras, hemen yılma. Bir açık olmalı, bir yolu olmalı.” “Yok işte Naci, denedik olmadı. Çabalarımızın sonu nihayete varamadı.” “Ne yani, vaz mı geçiyorsun denemekten?” “Ne yapmamı bekliyorsun ki?” “Sonuç alamayacağını bilsen de çabalamaktan başka ne gelir elinden Aras? Gerçekten kendi zamanına gidip normal bir hayat sürebileceğine inanıyor musun?” “Kendi zamanıma da gitmeyeceğim. Bu zamanlarda dolanıp Düşsel’i uzaktan uzaktan izleyeceğim. Sen ise kendi zamanına gideceksin ve çok başarılı bir bilim insanı olacaksın.” O anda yüzüme tokat yemişe döndüm. Gözlerim saniyenin onda birinde yaşlar ile doldu. “Yolun sonu mu bu?” dedim. Dudaklarını büzüp dizine yavaşça vurdu. “Keşke böyle olmasaydı,” dedi. 96
“Fakat bu senin için yolun sonu demek değil. Senin için çok uzun bir yolun başlangıcı.” “Ben sensiz ne yaparım Aras? Benim her şeyim sensin. Son bir kere, son bir kere benim için denesen ne olur? Denemekten ne çıkar Aras? En kötüsü zaten başına geldi, kuyunun dibindesin, tırmanmaya çalışmaktan ne çıkar?” “Her tırmanışımda aydınlığı görüyorum ve umutlanıyorum. Sonra tam çıkacakken, tam kuyunun kapağını oynatacakken yerinden, en tepeden çakılıyorum yine en dibe. Kırılıyorum Naci, kırılıyorum…” “Aras, sen de gördün fotoğrafları. Böyle bir hayat mümkün. Belki de aşılması gereken son eşik bu. Belki de Düşsel yıllar sonra her şeyi fark ediyor ve zaman makinesiyle tam da şimdi bulunduğumuz ana dönüp bizi harekete geçirmeye çalışıyordur. Belki de yıllar sonra yanıma gelecek ve her şeyi baştan sona anlatacağım ona. Söyle bana Aras, bu hikâyenin sonunda babasının vazgeçtiğini nasıl söyleyeceğim ona?” “Bunu dert etmene gerek Naci, çünkü o öldü.” “Öldü öyle mi? Öldü. Peki ya geçen sarıldığın kız da ölmüş müydü yoksa biz mi hayal görüyoruz? Yoksa az önce elini kırmak üzere olduğun adam da mı ölmüştü?” “Nereye varmaya çalışıyorsun Naci?” “Hiçbir yere varmaya çalışmıyorum Aras, aksine varmamaya çalışıyorum. Yolun sonuna varmamaya çalışıyorum. Son bir kere geleceksin benimle Aras, bu bir rica değil bir haktır. Ben seninle hiçbir gereği yokken geldim, benim geçmişte ziyaret etmek istediklerim, değiştirmek istediklerim yok muydu sanıyorsun? Ama ben tek bir kelime etmeden geldim, şimdi sen de tek bir kelime etmeden geleceksin Aras.” Aras mahcup ifadelerle dizlerine dikti gözlerini. Daha sonra kafasını kaldırdı ve bana baktı. “Peki Naci,” dedi. “Haklısın.” İkimiz de ayağa kalktık. “Seninle tanışmamızı engelleyeceğiz,” dedim. “Bu neyi değiştirir ki?” dedi yılgınca. 97
“Eğer ben olmasaydım yine de geçmişe gider miydin?” “Giderdim,” “Demek öyle…” “Giderdim fakat ilk başarısızlığımda pes eder, kendi zamanıma dönerdim.” Aras’ın bu sözü oldukça hoşuma gitmişti, bir iltifattan da öteydi bu kelimeler benim için. Fakat şımarıklığa vakit yoktu. Hemen konuyu esas meseleye getirdim. “Üç pilimiz kaldı Aras. Bunlardan birisi ile ileri gideceğiz ve bana yüklü miktar para vereceğiz. Bu sayede ben fakir kalmayacağım ve sırf para kazanmak için ödüllü problemleri çözmeye çalışmayacağım. Bu tarih de 03.02.2030 olacak. Bu tarihte kız arkadaşım beni terk etmişti. Belki param olursa benim terk etmez ve ben de en azından ilk birkaç sene bu problemlere kafa yormam. Daha sonra geçmişe gideceğiz, Düşsel’in annesini bulacağız. Düşsel’i doğurmasına mâni olacağız.” “Düşsel’in annesi hakkında az buçuk araştırma yaptım, pek fazla olmasa da onu bulduracak kadar bilgim var.” “Nasıl ki sen herkesin mutluluğu için kızınla tanışmaktan vazgeçtin, ben de seninle tanışmaktan vazgeçeceğim Aras. Fakat bil ki, ömrümün en kıymetli dakikalarını senin yanında yaşadım.” “Sen benim tek dostumsun Naci, senden sonra yapayalnız kalacağım.” “Bunu dert etme, benden sonra koskoca bir ailen olacak.” Daha sonra zaman makinesini açtık. Bu defa makineyi ben çalıştırdım. Bu, ilk çalıştırışım olacaktı. Oldukça heyecanlıydım ve bir o kadar da üzgün. Çünkü hayatımın en kıymetli anlarını silmeye gidiyordum ve bunu kendi ellerimle yapıyordum. O anlarda kabul etmesem de şimdi düşündüğümde fark ediyorum ki başarısız olmayı içten içe deliler gibi arzuluyormuşum…
98
Kara küre gözükür gözükmez ikimiz de atladık. Artık 2030’daydık. Neredeyse kendi zamanımızdaydık… Bu sebeple Aras istediği kişiyle kolaylıkla sohbet edebiliyordu. Yine bir dostuna rica etti ve akşama İstanbul için uçak bileti ayarlattı. O sırada az buçuk ortalığı gezdik kafa dağıttık. Akşam olduğunda da uçağa atladık ve gün bitmeden İstanbul’a ulaştık. Günlerdir adamakıllı uyumuyorduk. Uçaktan iner inmez havalimanında paltomuzu yastık niyetine kullanıp beş saatlik kesintisiz bir uyku uyuduk. Ben hayatımda bu kadar tatlı, bu kadar derin bir uyku hiçbir zaman uyumadım ve bundan sonra da uyuyacağımı sanmıyorum. Aras ile aynı anda uyandık. Uyandığımda günlerdir bana çektiren başımın ağrısının geçtiğini fark ettim. Aras gidip ikimize de çorba aldı. Çorba o kadar güzel o kadar güzeldi ki kendimi tamamen anne evinde hissetmiştim. Gerçekten uzun zaman sonra ilk defa bu kadar güzel bir gün geçirmiştim. Yemeğimizi yedikten sonra ilk iş benim evime gitmek oldu. Oraya vardığımızda saat henüz yedi olmamıştı. Aras sırt çantasındaki bir altın külçesini çıkardı ve “Bunun gibi iki tane daha var. Acil durumlar için yanımda taşıyordum. Nasip bugüneymiş,” dedi. Ardından bir kâğıt ve bir kalem çıkardı. Kâğıda “Bir dostun hediyesi…” yazdı. Kâğıdı elimi alıp buruşturup attım. Bir kâğıt daha çıkardım ve “İki sıkı dostun hediyesi…” yazdım. Altın ile birlikte kapının önüne koyup kapıyı çaldık. Ardından hızla uzaklaşıp bir arabanın arkasından kapının açılmasını bekledik. Ne yalan söyleyeyim, her ne kadar ondan nefret etsem de onu tekrar görme fikri kalp ritmimi değiştiriyordu. Üstelik geçmişteydim. Anlamsız bir şekilde tarifsiz bir huzur içerisindeydim. Her daim geçmiş, nasıl yaşanırsa yaşansın bana huzur verirdi. Hep geçmişi yad eder, onun daha güzel olduğundan söz ederdim. Ve şimdi geçmişteyim, yitirdiğim her şeyin elimde olduğu o tek anda… 99
Uykudan yeni uyanmış olacağız ki kapının açılması uzun bir zaman aldı. Kapıyı eski sevgilim Elif açtı. Elif, uykulu gözlerle etrafa bakındı, tam küfürler ede ede kapıyı kapayacaktı ki yerdeki altın külçesini fark etti. Kocaman gözlerle bir altın külçesine bir de etrafa bakıyordu. En nihayetinde külçeyi de alıp eve girdi. O anda evde büyük bir coşku, bir heyecan umuyordum. En azından ışıkların açılmasını bekliyordum. Fakat öyle olmadı. Kısa bir süre sonra Elif paltosunu da giyinip elinde bir çanta ile dışarı çıktı. Aras ile birlikte onu takip ettik. Bir süre yürüdükten sonra bir kuyumcuya girdi. Aras “Altın gerçek mi diye kontrol ettiriyor,” dedi. Elif her zaman detaycı bir insan olmuştu, sorgulayan ve şüphelenen. Buraya gitmesi şaşılacak bir şey değildi. Fakat şaşılacak şeyi birazdan görecektik. Elif kuyumcuda uzun süre kaldıktan sonra -büyük ihtimalle kuyumcu ile külçeyi nasıl değerlendireceğini tartışıyordu- kuyumcudan çıktı. Kuyumcudan çıktıktan sonra eve doğru geleceğini düşündüğümüz için yerimizi değiştirdik. Fakat bu çaba beyhudeydi, Elif eve geri dönmedi. Rastladığı ilk taksiye binip bir daha dönmemek üzere gitti. O anda anladık ki ona, beni terk etmesi için gereken parayı biz vermiştik. Kendi ellerimle beni terk etmesini sağlamıştık. O an Elif’ten bir daha iğrendim. Henüz sönmemiş bir kor gibi ara ara kalbimi yoklayıp içimi cız ettiren hisler de artık yok olmuştu. Artık Elif’i tamamen unutmuştum. Bu olayın üzerine ikimiz de pek konuşmadık. Aras sadece “2010’a gitmeye hâlâ niyetli misin? Gördün, elimizden bir şey gelmiyor,” dedi. “Evet niyetliyim. Ama bu defa geçmişi değiştirmek için gitmiyorum. Anladım ben Aras, olmuşla ölmüşe çare yokmuş. Bir şey olacaksa olacakmış işte, bu kadar basitmiş her şey. Derde üzülmek de nimete sevinmek de boşunaymış. Aslında ezelde belliymiş her şey.” “Hayat bunu kafamıza vura vura öğretti.” 100
“2010’a gideceğim, insanların henüz bozulmamış olduğu yıllara. Nispeten daha iyi olduğu yıllara… Orada bir hayat kuracağım. Sen de gel benimle.” “Naci, ben artık geçmişten kurtulmak istiyorum. Geçmişe saplanıp kalmak istemiyorum. Kendi zamanıma dönecek ve işimi yapacağım. Ta ki ölüm vakti gelip çatana kadar.” Aras çantasından çıkardığı iki külçeden birini bana diğerini kendine sakladı. “Bu külçelerden biri senin, diğeri de benim için. Zaman makinesi için de iki pil kaldı; onların da biri senin diğeri benim için. Her şey yol ayrımına girdiğimizi söylüyor Naci.” Külçelerden birini alıp paltomun içine koydum. Ayağa kalktım ve burnumu çekip kollarımı açtım. Aras bir süre bana baktı ve ayağa kalkıp bana sarıldı. İkimizin de gözleri dolu doluydu. Aras boynundaki kolyeyi çıkartıp “Düşsel bunu bana verirken ‘Olur da birisini benim kadar seversen bunu ona hediye et,’ demişti. Kimseyi onun kadar sevemem fakat şu anda nefes alıp verenler arasından tek sevdiğim kişi sensin. Bunu sana veriyorum, beni hep hatırla.” Aras’ın hediyesi karşısında ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Sadece “Teşekkür ederim,” diyebildim. Ardından “Hoşça kal kardeşim,” dedim. “Hoşça kal kardeşim,” dedi. Bunun üzerine zaman makinesini çalıştırdı ve ben 01.02.2010’a gittim. Böylece Aras ile sonsuza dek vedalaşmış olduk. 2010’a gider gitmez ilk işim sahte kimlik çıkartıp yepyeni bir yaşama başlamak oldu. İstanbul’dan bir ev aldım ve oradaki insanlarla tanış oldum. Komşularımla o kadar sıkı fıkı olmuştum ki, haftanın üç günü onlarla bir araya geliyordum. Gel zaman git zaman burada yaşayan bir bilim insanının olduğunu öğrendim. Hemen sokağın başında oturuyordu. Onunla henüz tanışmamış olmak beni şaşırtmıştı. Komşulardan birini yanıma alıp bu bilim insanını ziyaret etmeye gittim. Eğer gerçekten ona güvenirsem başıma gelen her şeyi 101
açacaktım. Kapıyı tıklattığımda karşıma çok asil bir kadın çıktı. Sapsarı saçları ve masmavi gözleri vardı. Üzerine giyinmiş olduğu boğazlı ve dar siyah kazak yüzünün nurunu ortaya koyuyordu. Benimle göz göze geldiğinde hafif kaşlarını çatar gibi oldu fakat yanımdaki Nilüfer Ablayı görünce yüzünde tebessümler açtı. Bizi hiç bekletmeden evine davet etti. İçeri girdiğimizde kısa bir süre Nilüfer Abla ile konuştuktan sonra konu bana geldi. Nilüfer abla “Yeni komşumuzla tanıştın mı kızım?” dedi. Kadın bu anı bekliyor gibi “Hayır, fırsatımız olmadı,” dedi bana dönerek. “Ben Naci Can,” dedim. “Ben de Nazan,” dedi. Kısa süreli bir sessizliğin ardından Nilüfer Abla “Naci de bilim adamıymış senin gibi. Geçen anlatıyordun ya hani fen falan diyordun, Naci de aynı şeylerden bahsetti bize,” dedi. Mahcup bir ifade ile ikimiz de gülümsedik. Nazan “Ben bir öğretmenim, bilim insanı değil,” dedi. “Ya öyle mi, ne güzel…” dedim. “Senin alanın ne tam olarak?” “Esasında ben matematikçiyim. Fakat fizik ile ilgilenmeyi seviyorum, makaleler yayınlıyorum. Şu an karadelikler üzerine çalışıyorum.” “Ben de matematik öğretmeniyim fakat biyoloji ilgimi çok fazla çektiği için okulumun da desteği ile kendi çapımda araştırmalar yapıyorum.” Araya Nilüfer Abla girdi ve “Ah mütevazı kızım benim,” dedi. “Geçen bir ilaç keşfetti, onlarca ödül aldı. Anlatsana kızım Naci’ye de.” Nazan’ın yanakları al al olmuştu. “Yararlı bakteriler ile zararlı bakterileri birbirinden ayırabilen bir antibiyotik keşfettim. Bilirsin antibiyotik vücuda girdi mi zararlı yararlı demeden tüm bakterilere saldırır.” “Adınıza çok sevindim. Alanınız olmamasına rağmen böyle bir 102
başarıyı elde etmek takdire şayan.” “Teşekkür ederim. Siz buraya yeni taşınan beyefendisiniz değil mi? Taşındığınızı gördüm ama işim başımdan aşkındı bir türlü ziyarete gelemedim. Mahallemiz çok nezihtir, ne zaman bir ihtiyacınız olsa istediğiniz kapıyı vurabilirsiniz.” “Teşekkür ederim. Sakıncası olmazsa sizi bilahare tekrar görmek isterim. Böylesi başarılı bir bilim insanını bulduktan sonra bir kahve içmeden bırakmak olmaz.” “Açıkçası şu aralar oldukça yoğunum ama cumartesi akşamı sokağın öteki ucundaki kahve dükkânında size bir kahve ısmarlamak isterim.” “Memnun olurum.” Nazan ile tanışmamızın ardından çok da rahatsızlık vermeden birkaç dakika sonra evden ayrıldık. Yol boyu Nilüfer Abla Nazan’ın da bekar olduğunu ve ikimizin çok yakışacağını söyledidurdu. Nilüfer Abla kafama sokmamış olsaydı da bu fikir çoktan zihnimde yer edinmişti. Gerçekten de Elif’in ardından ilk defa kalbimi yeniliklere açmıştım ve ilk defa bir kadın yüreğime dokunmuştu. Cumartesi gününü iple çekiyordum. Saatler geçmek bilmiyordu. Evimin camından baktığımda Nazan’ın evini zor da olsa görebiliyordum. Akşamları ışıklarının, sabahları perdelerinin açılışını izlemek bir ritüel olmuştu artık. Kendimi liseli âşıklar gibi hissediyordum. Uzun zaman sonra birine karşı beslediğim bu duygular gerçekten manen şifam olmuştu. Adeta yaşamak için bir sebep edinmiştim. Cumartesi günü geldiğinde onu evinden almaya gitmiştim. Benim bahçe kapısından girişim ile onun evinden çıkışı bir olmuştu. Çok sıradan giyinmesine karşın çok şıktı. Bembeyaz bir gömlek ve gülkurusu bir etek giyinmiş, saçını topuz yapmıştı. Onun bu salaşlığı ve şıklığı karşısında giyindiğim takımdan ve çirkinliğimden utanmıştım. Yanıma geldikten sonra elini uzattı ve “Çok şık olmuşsunuz,” dedi. Aynı tepkiyi ben de verecektim ki müsaade etmedi ve “Kendinizi yormayın lütfen, çok şık olmadığımı biliyorum. Ama ben her 103
buluşmama bu şekilde giderim, resmi ve abartılı kıyafetler beni boğuyor.” Tıpkı benim gibi düşünüyordu o da. Bunun üzerine bir kez daha âşık olmuştum. Ardından gözlerinin içine bakarak kravatımı ve ceketimi çıkartıp kollarımı kıvırdım. Daha sonra kolumu göğüs hizama çektim ve o da koluma girdi. Ağır adımlarla kahve dükkânına giderken gündelik hayattan söz ediyorduk. Kısa bir süre sonra kahve dükkânının önüne geldik. Bana dönüp “Bence sahile inmeliyiz,” dedi. “Sonuçta tüm gün kapalı bir yerdeyiz, bari tatillerimizde temiz bir hava alalım.” Bunun üzerine ağır adımlarla sahile indik. Sahilde bir bankın üzerine oturduk ve iki saat sohbet ettik. Günün sonunda onu evine bıraktığımda yanağıma bir öpücük kondurmuştu. O anda ne kadar mutlu olduğumu size anlatamam. Bir tepki bile vermeme izin vermeden hemen evine girdi. Ben de evime gittim ve heyecandan dolayı gecenin yarısına kadar uyuyamadım. Artık her hafta sonu buluşuyorduk ve sahile oturup evde içine çay koyduğumuz termostan çay içiyorduk. O kadar keyif alıyordum ki hayatımdan, ölsem gönül koyardım dünyaya. Bu şekilde tam olarak iki ay geçti ve ben Nazan’a hislerimi açtım. O da bana karşı hislerini açtı. Böylece sevgili olduk. Fakat bu öyle “sevgili” diyerek sıradanlaştırılacak bir birliktelik değildi. Bazen bir anne gibi görürdüm onu bazen de bir kız kardeş. Kimi zaman bir sevgili ama çoğu zaman bir dost… Birlikte o kadar iyi vakit geçiriyorduk ki, bazen ben onun bazen de o benim evimde kalıyordu. Onun evinde on altı saat kalsam, evime istirahat için gittiğim sekiz saatte yine onu özlerdim. Gün geçtikçe monotonlaşan tavırlarımız dahi sevdamızın azalmasına bir sebep 104
değildi, her geçen gün bir öncekine nazaran biraz daha seviyordum onu. En nihayetinde ona Aras ile olan hikâyemi baştan sona anlattım. Beklediğimden çok daha farklı bir tepki verdi. Bana şüphe götürmez bir şekilde inandı. Sözlerinde değil, gözlerinde bir güven duygusu vardı. Ona hikâyemi anlattıktan sonra Aras’ın bana verdiği kolyeyi kendisine hediye ettim. Bir gelenek olmuştu bu artık, herkes en sevdiğine hediye ediyordu bu kolyeyi. Kolyeyi o kadar sevmişti ki, ilerleyen zamanlarda bir anlığına dahi çıkartmamıştı. Aradan geçen on aydan sonra Nazan ile nişanlandık ve bir ay sonra da nikah kıydık. Nikahın ardından evimi onun evine taşımaya karar verdim. Nikah kıydığımız günün ertesinde evi taşıyacaktık. Nikah günü ise tekrardan onun evinde kaldım. O gece, ilk defa Nazan ile birlikte olmuştuk. O gece hem her şeyin en ama en güzel olduğu hem de her şeyin berbat olduğu geceydi. Gecenin ilerleyen saatlerinde uyumak yerine birlikte film izlemeye koyulduk. Bir yandan çay içiyor bir yandan da patlamış mısır yiyorduk. Hatırladığım kadarıyla saat gecenin ikisiydi, kapı çaldı. İçim ürperdi, gecenin bu vaktinde kimdi bu densiz? Kapıyı açmaya Nazan ile birlikte gittik. Bir yanım kapıyı çalan kişi usanana kadar kapıyı açmamak istiyordu, bir yanım da kapıyı açıp hemen işi bitirmek istiyordu. Fakat kapıyı açtığımda tüm bu korkularım yerini kocaman bir sevince bıraktı. Gelen kişi Aras’tı. Aras’ı kapıda görünce hemen boynuna atladım ve sarıldım. Fakat Aras pek bir soğuktu. Korkmuş gibiydi. Onu içeriye davet ettim ve birlikte oturma odasına geçtik. Hepimize çay koyduktan sonra Nazan ile Aras’ı tanıştırdım. Nazan, karşısında gördüğü kişinin Aras olduğunu duyunca çok heyecanlandı. Kısa sürede ikisi de çok iyi anlaştılar. Bir süre sonra Nazan’ın elini tuttum ve “Biz bugün nikah 105
kıydık,” dedim. Aras gülümsedi ve “Hayırlı olsun,” dedi. “11.02.2011 polindrom bir tarih.” “Evet, belki nikahıma gelirsin diye düşündüm.” “Nikahının olduğunu bilseydim emin ol gelirdim.” “Kader işte, yine de gelmiş oldun. Sahi, sen neden buraya geldin?” Bu cümlemin üzerine yüzü düştü, düşüncelere daldı. Kısa bir süre sonra “Düşsel’in annesi ile tanışmak istedim,” dedi. “Hani olmuşla ölmüşe çare yoktu Aras?” “Evet biliyorum, bunu kabullendim artık. Hiçbir şeyi değiştirmek istemiyordum, sadece tanışıp havadan sudan birkaç kelime edip zamanıma dönecektim.” “Buraya beni de Düşsel’in annesi ile tanışmaya davet etmeye mi geldin? Doğrusu, yarın hariç her gün müsaidim. Yarın evimi buraya taşıyorum.” “Hayır, buraya bu yüzden gelmedim.” “Ne için geldin öyleyse?” “Aslında buradan önce Lübnan’a gittim, Kavaşra’ya. Amacım geçmişi değiştirmek değildi. Sakalımı beş santim uzattım ve gözlerime kahverengi lens taktım. Saçımı da omuzlarımı döğecek şekilde uzatıp Avrupalı gibi giyindim ve Hannah’ın yanına gittim. Hannah, ben ve Düşsel birlikte çok güzel bir gün geçirdik. Oradaki laboratuvarı Hannah ile gezerken, yanımda her hâlükâra karşı bulundurduğum ikinci zaman makinesini bıraktım kaşla göz arası. Ne bileyim, bir umut işte. Belki Vilmodit sırasında Hannah fark eder diye koydum. Oradan ayrılırken Düşsel’e kendi zamanımda üretilmiş bir saat hediye ettim ve ona sımsıkı sarıldım. İnanır mısın Naci, oradan ayrılırken seninle yaptığımın aksine Hannah’a da kocaman sarıldım. Hannah biraz mesafeli gibiydi ama bu mesafe bile hoşuma gitti. Çünkü o sırada benimle henüz birlikte olmuştu ve bu kadar samimiyet doğru değildi. Daha sonra Düşsel’in annesi ile tanışmak için buraya geldim. Burası Düşsel’in annesinin evi, bu yüzden geldim. Zaman yolculuğu 106
yaptığımda buradan oldukça uzaktaydım. Buraya gelmem epey zamanımı aldı, bu yüzden sizi bu saatte rahatsız ettim. Evin önüne geldiğimde ışıkların açık olduğunu gördüm. Ben de hiç beklemeden kapıyı tıklattım, inanın Düşsel’in annesi kapıyı açsaydı ne diyeceğimi hâlâ bilmiyorum.” Aras’ın bu sözlerinin üzerine Nazan şaşkınlıkla “Düşsel’in annesinin evi burası mı?” dedi. Aynısını ben de tekrarladım. “Düşsel’in annesinin evi burası mı?” “Evet Naci, sana da bahsetmiştim. Burayı avucumun içi gibi bilirim.” “Ama biz bu evi satmayı düşünmüyoruz, yani Düşsel’in annesi bu evde yaşıyor olamaz. Emin misin doğru geldiğine? Sonuçta o eve 2030’larda gelmiştin.” Son cümlemin ardından Nazan “Hayır,” dedi. “Sorulması gereken sorular bunlar değil.” Aras “Kaçırdığımız bir nokta mı var?” dedi. Nazan hâlâ düşünceliydi, bir süre sustu. Daha sonra “Evet, evet!” diyerek ayağa sıçradı. “Esas soru bizim bu evde ne yaptığımız.” Ortalıkta kısa süreli bir sessizlik oluşmuştu. Aras birden ayağa sıçradı. “Aman Allah’ım!” dedi. Ben de ayağa kalktım. Nazan boynundaki kolyeyi çıkardı ve hırsla bize doğru salladı. “Bu kolye benim boynumda ne arıyor?” dedi. O anda her şeyi anlamıştım, saniyenin onda birinde her şey gözümün önünden geçmişti ve yapboz parçaları gibi eşleşmişti. Aras bana hiddetle döndü ve “Kahretsin Naci!” diye bağırdı. Hem korku hem de anlamsız bir sinir vardı üzerimde. “Ben nereden bilebilirdim?” diye bağırdım Aras’a. Aras’ın ses tonu gittikçe artıyordu. “Naci, koskoca Dünya’da gidip Düşsel’in annesini mi buldun?” 107
Nazan araya girdi ve “Hey! Ben Düşsel’in annesi değilim,” dedi. Aras Nazan’a döndü ve “Her şeyi anlattı mı sana?” dedi. “Evet her şeyi biliyorum ama Düşsel’in benim çocuğum olması kesin bir şey değil. Gelecekte ne olacağını bilemeyiz, belki bambaşka bir evi beğenir ve bu evi satıp oraya taşınırız.” “Evet ama bu çok büyük bir risk. Siz ikiniz, daha önce hiç birlikte oldunuz mu?” “Evet olduk.” “Lütfen korunduğunuzu söyleyin.” “Bu seni ilgilendirmez Aras, haddini aşıyorsun!” “Şu an bunları tartışacak hâlimiz yok Nazan, lütfen soruma cevap ver.” Bunun üzerine ben araya girdim ve “Bu gece birlikte olduk ve korunmadık Aras,” dedim. “Bu saatten sonra yapılacak bir şey yok.” Aras bir süre düşündü ve “Kürtaj,” dedi. “Çocuğu aldırmanız lazım. Bakın, istediğiniz şekilde ikinci veya üçüncü çocuğu yapabilirsiniz ama bu çocuğu aldırın.” Aras’a olan sevgim ve saygım bakiydi ama konuşmaları gitgide canımı sıkmaya başlamıştı. “Aras, hadi diyelim ki biz bu çocuğu aldırdık,” dedim. “Nereden bileceğiz diğer çocukların Düşsel olmadığını?” “Düşsel benimle tanıştığında, yani 2021’de, on yaşındaydı. Tam da bu sıralarda ona hamile kalınması gerekiyor.” “Aras, tanıştığınız gün sana yaşı hakkında yalan söyledi bu kız. Belki de on bir yaşındaydı ya da dokuz; ne biliyorsun?” “Öyle bir şey olsaydı sonrasında söylerdi Naci.” “Belki de korkmuştur, belki de söylemeyi unutmuştur ve söylememiştir bilemeyiz. Hem olmuşla ölmüşe çare yok Aras, bunu çok iyi biliyorsun. Neden engel olmaya çalışıyorsun?” “Naci, bir kadın için davamızdan vazgeçiyorsun.” 108
“Bir kadın dediğin kişi hem Düşsel’in annesi hem de benim bir yıllık eşim.” “Neyse ne Naci! Burada insanların canları mesele.” “Daha hamile olup olmadığı belli olmayan bir kadından kürtaj yapmasını isteyen birisi mi söylüyor bunu? Saçmalıyorsun Aras, kalbini kırmadan git buradan.” Aras arkasına döndü ve bir süre düşündü. Vazgeçmiş gibiydi. Nazan’a döndü ve “Eğer karnındakini doğurursan yaşayacağı kaderi düşün Nazan, o doğana kadar bir şansın var,” dedi. İkisinin de sinirleri yatışmış gibiydi. Nazan “Bak Aras,” dedi. “Eğer Düşsel benim kızımsa sana söylemem gereken tek şey ‘Teşekkür ederim,’ olacak. Çünkü onu öz babası gibi korumuşsun ve hâlâ onun için uğraşıyorsun. Gerçekten hayran olunası bir insansın. Naci’nin anlattığı kadarıyla seni çok sevdim. Ama kabul et Aras, biz Naci ile birbirimizi seviyoruz. Sırf bir ihtimal var diye ben ömür boyu çocuk yapmaktan geri durmayacağım, erken yaşta anne olmak istiyorum. Anlıyor musun beni?” “Bu üzerine oynanabilecek bir kumar değil Nazan, çok büyük bir risk.” “Naci’den yapacağım bir çocuk, bu riski almaya değer Aras.” “Naci olmasaydı yine de diretir miydin?” “Bilemiyorum Aras, biz Naci ile ileride zaten bir çocuk yapacağız. Biz bu işe bir kere karar vermişken, bir tahmin ve kuruntu üzerine böylesi bir adım atmamı bekleme. Ha bir yıl eksik, ha bir yıl fazla. Emin ol sen de böyle yapardın.” “Ben cevabımı aldım Nazan.” Aras pes etmişti artık. Zaman makinesini çıkartıp yere koydu ve kendi zamanına ayarladı. Ortaya kocaman bir kara küre çıktı. Nazan bunu görür görmez “Aman Allah’ım!” dedi. Daha önceden bana inandığını biliyordum ama buna şahit olmak bambaşka bir şeydi, bunun farkındaydım. Bir yandan farkında olduğum bir başka şey daha 109
vardı, Aras’a çok kaba davranmıştım. İlginç bir şekilde Düşsel, bu odada bulunan üç kişinin de kızıydı ve Aras aslında hepimiz için uğraşıyordu. Fakat yine de olmuşla ölmüşe çare yoktu. Aras arkasına döndü ve kollarını açtı. İkimiz de sarıldık. Sarılırken “Özür dilerim, anla beni,” dedim. O da “Anlıyorum Naci,” dedi saçımı okşayarak. Tam ondan ayrılacakken beni kara kürenin içine fırlattı. Ardından zaman makinesini alıp o da geldi. Kendi zamanımıza döner dönmez Aras’ın yakasına yapıştım “Ne yaptın sen?” diye haykırdım. “O zaman makinesini hemen bana veriyorsun!” Aras zaman makinesini eline aldı “Bunu mu istiyorsun?” dedi ve yere fırlattı. Ardından odanın içinde bulunan süpürge borusunu eline aldı. Zaman makinesini parçalayacağını anladığım anda araya girmeye çalıştım fakat yüzüme yediğim darbeyle yere yığıldım. Aras “Kızım artık acı çekmeyecek!” diyerek zaman makinesine vurmaya başladı. Gözlerimin önünde Nazan’a kavuşma biletim yok olmuştu. O anda tüm insanlığın hasretini hissettim yüreğimde. Öyle büyük bir hasret ve pişmanlıkla dolmuştu ki yüreğim, yerden kalkabilecek mecalim yoktu. Aras makineyi tamamen parçaladıktan sonra bana döndü “Özür dilerim Naci,” dedi. “Ama bunu Düşsel için yapmalıydım. Şimdi Nazan’ın dokuz aylık düşünme fırsatı var.” Daha sonra içimdeki hasret ve pişmanlık yerini büsbütün öfkeye bırakmıştı. Ayağa kalktım ve “Aptal herif,” dedim. “Ben onunla olsaydım çocuk yapabilirdik evet, ama çocuğu aldırıp bir süre sabredip daha sonra yeni bir çocuk yapabilirdik. Ama şimdi Nazan benden kalan son parçayı, o çocuğu gözü gibi büyütecek.” 110
“Aksine! Nazan artık daha rahat düşünebilecek. Belki şimdi değil ama eninde sonunda tek başına büyüteceği ve sonrasında büyük çileler çekecek bir çocuğu doğurmayacaktır. Eğer sen olsaydın, bu ona güç verirdi ve pembe hayallere dalıp onu doğururdu.” Bunun üzerine deliler gibi kahkaha atmaya başladım. Delirmiştim adeta. Bir yandan gözümden yaşlar geliyor bir yandan da kahkahalar atıyordum. “Olmuşla ölmüşe çare yok!” dedim kahkahalar eşliğinde. “Senin bu yaptığın hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Boş yere beni ondan ayırdın, boş yere Düşsel’i babasız bıraktın. Belki de ben başında olsaydım Düşsel kimselere üvey evlat verilmeyecekti. Nazan, bana kavuşmak için zaman makinesini bulmaya çalışırken aşırı radyasyondan kanser olup genç yaşında ölmeyecekti. Her şeyi sen yaptın Aras! Her şey senin o pislik ellerinden ortaya çıktı aptal!” Daha sonra ayağa kalktım. “Her şeyi sen başlattın, her şey senin ellerinle yaptıkların yüzünden!” dedim defalarca. Onu yakasından tuttum ve sarstım. O anda gözlerinden okudum her şeyi, gözlerinde pişmanlığı ve üzgünlüğü gördüm. Üstüne gelmeye devam ettim. “Her şey senin suçun! Milyarlarca insanın nükleer silahlarla ölmesi de Düşsel’in aç ve susuz bir şekilde ölmesi de senin suçun!” Aras’ın gözünden bir damla yaş süzüldü. “Her şey benim yüzümden,” dedi. Onu şiddetle sarsmaya devam ediyordum. Ne olduysa o anda oldu. Ayağı yerdeki zaman makinesine takıldı ve yere düştü. O anda onu yakasından neden tutmadığımı hâlâ düşünüyorum. Bu kırılasıca elim onu sarsarken sımsıkı tutuyordu, o yere düşerken ise ellerimden kayıp gitti. Düşerken kafasını masanın kenarına vurmuş. Masanın sivri ucu, tam ensesinin biraz üstüne isabet etmiş. Yere kanlar içinde yığıldı. Ona o kadar kızgındım ki, ilk bir dakika hiçbir şey yapmadım. Bir kenara geçtim ve önce güldüm sonra ağlamaya başladım. Nihayet kendime geldiğimde artık her şey için çok geçti. Onu hastaneye götürdüm ama kurtulamadı. Belki, belki zamanında müdahale edilseydi her 111
şey bambaşka olurdu, ama Hâkim Bey; o anda normal bir şekilde düşünemiyordum, kendimi kaybetmiştim. Evet, onu ölüme götüren darbeyi ben vurdum ama, onu bile isteye ben öldürmedim Hâkim Bey. Her ne olursa olsun, o sonsuza dek benim örnek aldığım kişi, en yakın dostum ve tek kardeşim olarak kalacak… Hâkim, Naci’nin gözlerinin içine bakıyordu. İki buçuk saat süren duruşma onu da yormuş olacak ki derin bir nefes aldı. Daha sonra davacılara dönüp “Sayın Düşsel Aytunç, Naci Can Akbulut’un anlattıklarına bir itirazınız var mı?” dedi. Düşsel oturduğu yerden kalktı ve “Sayın Hâkim, şu an elinizde DNA testi sonuçları var. Naci daha on yaşında değilken benim annem öldü. Eğer DNA testine göre o benim biyolojik babamsa bu anlattıkları doğrudur,” dedi. Hâkim başını salladı ve “Haklısın,” dedi. Ardından önündeki zarfı eline alıp ağzını yırttı. Gözlüğünü alıp içinden çıkan kâğıda kısa bir süre baktı. Ardından Naci’ye baktı. Şaşırmış görünüyordu, hatta dehşete düşmüştü. Düşsel tekrardan ayağa kalktı “Ne yazıyor?” dedi. Hâkim gözlüğünü çıkardı. “DNA testine göre…” dedi ve bir süre sessiz kalıp kâğıda tekrardan baktı. Ardından derin bir nefes alıp “Naci Can Akbulut, Düşsel Aytunç’un biyolojik babasıdır,” dedi. Düşsel birden sandalyeye çöktü. “Aman Allah’ım,” dedi. Mahkemedeki herkes elini ağzına götürmüş kendi aralarında konuşmaya başlamıştı. Hâkim sessizliği sağlamak yerine o da yardımcıları ile konuşmaya başladı, en az seyirciler kadar şaşkındı. Kısa bir süre sonra davacılara döndü ve “Sayın Hannah Aldrin, Vilmodit’ten nasıl sağ kurtuldunuz?” dedi. Hannah ayağa kalktı ve “Sayın Hâkim,” dedi. “Vilmodit ilan edildiği ilk günden beri Kavaşra’daki laboratuvarda çalışmalar yapıyordum. Kavaşra’dan sağ 112
bir şekilde kurtulma imkânımız yoktu, hiçbir siyasi güç bunu sağlayamazdı, biliyordum. Laboratuvarda çalışırken içeride bulunan malzemeleri inceliyordum. Amacım, büyük bir bomba ve silah yapıp köylülerle birlikte isyan çıkartmaktı. İncelemelerimi sürdürürken birden bir alet fark ettim, çok ama çok garip bir aletti. Onu incelemeye başladım. İçini açtım, birden fazla parçaya ayırdım ve birleştirdim. İçeriğinde oldukça fazla radyoaktif element ve anlam veremediğim elektrik devreleri vardı. Düğmemsi yapıları o kadar garip bir şekilde elektriğe bağlanmıştı ki en usta olduğumu düşündüğüm alanlardan biri elektrik devreleri olmasına rağmen benim devrelerim yanmıştı. Üzerine uzunca çalıştım ve Vilmoditin ortalarında, nasıl yaptığımı bilmiyorum, aleti çalıştırdım. Koskocaman bir karanlık küre oluştu karşımda. Korkudan bayılacak gibi olmuştum. Elimi sokmakta tedirgin oldum, masanın üzerindeki bardağı içine attım. Bardak birden kayboldu. Tam elimi sokacaktım ki kara küre kapandı. Bunun üzerine tekrardan çalıştırmak için çok fazla çabaladım ama yapamadım. Geçen sefer ne yaptıysam aynılarını yapmaya çalıştım ama yine de olmadı. O zaman anladım ki, makinenin pili yoktu. Kendimce radyoaktif elementleri birleştirip pil yaptım ama yine olmadı. Vilmoditin son gününe kadar pil yapmaya çalıştım ve son gün bunu başardım. Eğer on dakika gecikseydim şu an burada olamayacaktım. Kara küre açılır açılmaz Düşsel’i çağırdım. Düşsel içeri girer girmez çığlık attı, çok korkmuştu. Doğrusu dışarıda olacak olan şeylerden de oldukça korkuyordu. Kara kürenin ne olduğunu ikimiz de bilmiyorduk ama dışarıda başımıza geleceklerden daha güzel bir şey olduğu kesindi. Korku içinde tereddüt ediyorduk, girip girmemek arasındaydık. Sonra birden küre küçülmeye başladı. Hiç düşünmeden önce Düşsel’i içine attım sonra da ben atladım. 113
Girmemizle çıkmamız bir oldu. Öleceğimizi, parçalara ayrılacağımızı ya da en azından uzayda bir yerde ortaya çıkacağımızı sanırken bambaşka bir şekilde vuku bulmuştu olaylar. Sonradan öğrendiğimize göre 10.02.2001’e ışınlanmıştık. Ah, oraya adapte olmak o kadar zorluydu ki… Bir süre sonra illegal yollarla sahte kimlik çıkarttık ve Düşsel’i okula yazdırdım. Ardından bir işe girdim. Biraz param olduktan sonra Kavaşra’dan Beyrut’a oradan da İstanbul’a taşındık. Yıl 2007 olduğunda o makineye kafayı takmıştım. Tekrardan o makineyi yapacaktım. Fakat yapmak yeterli değildi, makinenin hangi zamana gideceğimi de ayarlaması gerekiyordu. Bu sebeple 2010’a kadar makine üzerinde çalıştım ve en nihayetinde başarılı olup kendi zamanımıza geldik. İşte gördüğünüz gibi, karşınızdayız. Ben kırka merdiven dayadım, Düşsel yirmi yaşına ulaştı. Naci’den dinlediğimize göre Aras ikimiz için de çok uğraştı. Gerçek sevgi işte budur. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini bile bile çabalamak. Evet, olmuşla ölmüşe çare yok ama kader gayrete âşıktır. Belki de onun verdiği bunca emek ve döktüğü gözyaşı hasebiyle şimdi hayattayız, bilemiyorum. O da bu güzelliğin karşısında verebileceği her şeyi verdi, canını verdi. Tek bildiğim şey: Aras’ın çok yüce bir ruhu olduğu ve Naci’nin her ne olursa olsun, ceza alması gerektiği.” Naci hüzünle Düşsel’e döndü. “Ben senin anneni çok sevdim Düşsel,” dedi. Düşsel yüzüne bile bakmadı, kaşlarını çatmış her an ağlayacak gibi bambaşka bir yere bakıyordu. Naci ekledi “Anneni, seni ve Aras’ı çok sevdim.” Düşsel dolu gözlerini Naci’ye çevirdi. “Artık bu, hiçbir şeyi değiştirmez Naci. İstersen elinde zaman makinesi olsun; vakit, sandığından da geç.” “Henüz hiçbir şey için geç değil Düşsel. Aras’ın tek istediği şey senin mutlu olmandı. Emin ol, bir seçme şansı olsaydı seni kendisiyle değil öz babanla birlikte görmek isterdi. Birlikte aile olabiliriz 114
kızım.” “Sakın bir daha bana kızım deme! Sen benim babam değilsin. Babamın adını da sakın ağzına alma. Onun neyi isteyip istemeyeceği hakkında hiçbir fikrin yok.” “Elimde olsa o gün kendimi öldürürdüm.” “Elimde olsa o gün seni öldürürdüm.” Hâkim araya girdi ve “Mahkemenin kurallarını unutmayın,” dedi. Daha sonra yanındaki yardımcısına birkaç cümle söyledi ve Naci’ye döndü. “Naci, bu anlattıkların seni masum kılmaz,” dedi. “İnsanlar seni ikinci adam olmaktan sıkıldığın ve Aras’ı kıskandığın için onu öldürmekle suçluyor. Bu anlattıkların onların iddialarını yıkıyor evet, ama bu yine de seni aklamaz.” Daha sonra Hâkim gür bir sesle “Gereği düşünüldü,” dedi. Naci, heyecandan bayılacak gibiydi. Düşsel ile Hannah el ele tutuştu. “Sanık Naci Can Akbulut’un, Aras Aytunç’u basit taksirle öldürme suçundan yedi yıl hapsine hükmedilmiştir.” Düşsel ayağa kalktı ve “Yedi yıl mı?” diye haykırdı. “Benim babam kırk yaşındaydı, bu alçak olmasaydı önünde onlarca sene olabilirdi. Bu katil, ondan senelerini çaldı ve sadece yedi yıl mı hapis yatacak?” Hâkim gözlüğünü çıkardı ve “Senin de baban başkalarını öldürüp senelerini çaldı,” dedi. Düşsel sinirle tahtaya vurdu ve “Aynı şey değil!” dedi. “Benim babam masumdu…” Hâkim “Duruşma sona ermiş, dosya kapanmıştır!” dedi. Bunun üzerine herkes mahkeme salonundan ayrıldı. Hâkim mahkeme salonundan ayrılırken yanındaki yardımcısına “Ömrüm boyunca geçirdiğim en ilginç ve zorlu duruşmaydı,” dedi. Naci’yi getiren iki asker tekrardan koluna girdi. Askerler onu odadan çıkartırken Naci ile Düşsel yan yana geldi. Naci “Her ne 115
olursa olsun, seni seviyorum Düşsel,” dedi. Düşsel “Beni bu bedbaht kadere sırf çocuk yapma arzusuyla sen mahkûm ettin. Çek şimdi cezanı!” dedi ve oradan hızla uzaklaştı. Askerler onu sıkıca tutup koridordan götürürken Naci “Bilseydim yapar mıydım?” dedi sessizce. Yanındaki asker “Olmuşla ölmüşe çare yoktur,” dedi. “Üzülme artık.” Askerler onu hapishaneye nakil için araca bindirirken Düşsel ile Hannah bahçede bir bankta oturuyordu. Hannah “Aras’ın bizim için bu kadar uğraştığını bilmiyordum,” dedi. “Ona son bir defa sarılmayı çok isterdim.” “Zamanın herhangi bir diliminde babamın hâlâ bizim için emek verdiğini bilmek çok güzel bir duygu. Her ne olursa olsun, onunla geçirdiğim bir sene dünya üzerinde yaşanmış tüm senelere bedel. O güzel günler geçtiği için üzülüyordum, artık sadece yaşandığı için mutlu ve minnettarım.” “Peki Naci’ye üzülüyor musun?” “Herkes hak ettiğini yaşar Hannah. O, babamı yüzüstü bıraktı.” Hannah derin bir iç çekti ve “Bundan sonra her polindrom tarihte onu bekleyeceğim,” dedi. Düşsel gülümsedi ve başını salladı “Babam bana söz vermişti,” dedi. “Bana geri dönecek ve bir daha sarılacaktı. Şimdi düşünüyorum da babam bana sarılmış zaten,” dedi. Kolundaki saate baktı ve “Babacığım,” dedi. “Keşke söyleseydin, keşke…” Bunun üzerine Hannah “Baban sana verdiği sözü tuttu Düşsel,” dedi. “Sana karşı son sorumluluğunu da yerine getirdi ve huzurla öldü.” Kısa süreli bir sessizliğin ardından Hannah ayağa kalktı ve “Eve yürüyelim mi?” dedi. Düşsel saate baktı “Evet,” dedi. “Bugün çok yorucu bir gündü.” 116
Birlikte yürümeye başladılar. Sahilde yaklaşık kırk beş dakika yürüdüler. Düşsel “Seni ilk gördüğüm günü hatırlıyorum,” dedi. “Çok sevmiştim seni.” “Ben de seni çok zeki bulmuştum.” “Babam senin için beni otelde bırakmıştı, açlıktan çatlamıştım. Seninle bir araya gelince her şeyi unutuyordu.” “Onunla tekrardan bir araya gelmeye ya da her şeyi unutmaya ihtiyacım var.” Bir süre daha yürüdükten sonra evlerine vardılar. Düşsel, evin önüne vardığında kısa bir süre durdu ve evi süzdü. Zamanın her diliminde bu evde yaşananları hayal etti. Yüzünde yarım bir tebessüm oluştu. Daha sonra Hannah’ın koluna sokuldu ve eve girdiler. Güneş çoktan batmıştı ve karanlık büsbütün çökmüştü. Evlerinin ışıklarını açtılar. Dışarıdan çok huzurlu ve tatlı görünen bu ev, içinde türlü hikayeler barındıran bir kitap gibiydi. Ve bugünden itibaren bu kalın kitabın kapağı kapanmış, yepyeni kitaplar açılmıştı. Hayat her şeye rağmen devam ediyordu.
-SON-
117
118