Data Loading...
Tess_Gerritsen_-_Kemik_Bahcesi Flipbook PDF
Tess_Gerritsen_-_Kemik_Bahcesi
110 Views
44 Downloads
FLIP PDF 1.19MB
TESS GERRITSEN Kemik Bahçesi
Teşekkür Kemik Bahçesinin yazımını tamamlamaya çalıştığım bu yıl, be-nim için uzun ve zorlu bir yıl oldu. tki yanımda bekleyip, destek-leyen ve dinlemek istemediğim zamanlarda bile, bana sürekli doğ-ruyu söyleyen iki meleğe her zamankinden daha çok minnettanm. Bir yazarın ruhunun nasıl bakılıp besleneceğini çok iyi bilen tem-silcim Meg Ruley'e ve çok iyi hikâyeler anlatma becerisi olan edi-törüm Linda Marrow'a kocaman teşekkürler. Ayrıca, bu kitabı çok daha bütünlüklü hale getirme yolunda harcadıkları tüm çabalar İçin Selina Walker'a, Dana Isaacson'a ve Dan Malory'ye teşekkür (•derim. Tabii ki harika eşim Jacob'u da unutmadım: Eğer "en iyi yazar eşleri"ne ödül verilseydi, şüphesiz sen kazanırdın! 20 Mart 1888
Sevgili Margaret, Sevgili Amelia'mın aramızdan ayrılışı nedeniyle gönderdiğin son derece içten ve nazik taziyelerine teşekkür ederim. Bu, benim için en zor kış oldu, çünkü, geçen her ay, yaşlı başka bir arkadaşımı hastalık ve ihtiyarlık yüzünden kaybetmeme neden oluyor gibi. Şimdi ise, hız-la geçen yılların bana bıraktığını düşündüğüm en derin üzüntülerle başbaşayım. Bunun, uzun zaman önce anlatmış olmam gereken zor bir konuyu açmam için belki de son şansım olduğunun farkına varıyorum. Teyze-nin, bunu senden saklamanın en akıllıca şey olacağını düşündüğünü bildiğim için, bu konuyu açmakta isteksiz davrandım, inan bana, bu-nu seni sevdiği ve korumak istediği için yaptı. Ben seni küçüklüğün-den beri tanıyorum sevgili Margaret ve cesur bir kadın olarak yetişti-ğine bizzat tanık oldum. Gerçeğin gücüne kararlılıkla inandığını bili-yor ancak, anlatacaklarımı rahatsız edici bulma olasılığına karşın bu hikâyeyi dinlemek isteyeceğini düşünüyorum. Anlatacağım olayların üzerinden elli sekiz sene geçti. Sen o zaman-lar henüz bebektin, o yüzden bunlarla ilgili hiçbir şey hatırlamazsın. Anlına bakarsan, ben bile neredeyse unuttum. Ama geçen çarşamba, Wister's Anatamy'ıan çok eski bir kopyasının arasında onca sene kal-mış olan eski bir gazete kupürü buldum ve yakın zamanda bu konuda konuşmazsam gerçeklerin benimle birlikte ölüp gideceğini fark ettim. Teyzenin vefatından sonra, bu hikâyeyi büen bir tek ben kaldım. Di-ğerlerinin hepsi öldü. Ama seni temin ederim ki, saygımıza en fazla layık olan 0 idi. Tanıdığım tüm kadınlardan belki de daha saygıdeğerdi. Şimdi, burada vakit ilerliyor. Hava karardıktan sonra, yaşlı bir adamın gözleri ancak bu kadar açık kalabiliyor. Sana şimdilik, yukarıda bahsettiğim gazete kupürünü gönderiyorum. Şayet daha fazlasını öğ-renmek istemezsen, lütfen bunu söyle bana Bu konudan bir daha as-la bahsetmem. Ama ailen hakkındaki bu
konu ilgini çekerse, o zaman ilk fırsatta sana tekrar yazarım. Böylece, teyzenle Batı Yakası Cani-si'nin gerçek hikâyesini öğrenmiş olursun. En içten saygılarımla. O. W.H. Şimdiki zaman işte bir evlilik de böyle sona erdi, diye düşündü Julia Hamili küreği toprağa daldırırken. Ne tatlı veda fisdtüanyla, ne kork yıldır birlikte olan romatizmalı ellerin sevgi dolu sanlışlanyla, ne de hasta yatağının etrafında üzülen çocukları ve torunlarıyla Bir parça toprağı kürekle kaldırdı ve gittikçe büyüyen yığının üzerindeki taşları tıkırdatarak hızla kenara atta. Toprağın tamamı kil ve taştandı; böğürtlen saplan dışında bir şeyin yetişmesine uygun değildi. Hiçbir şeyin uzun sürmediği, tutunmaya değer hiçbir şeyin olmadığı, evlilikleri gibi verimsiz olan toprak filiz vermişti. Ayağıyla küreğe bastırdı, bir şeyin tıngırdadığmı duydu; küreğin kesicin ucu bir kayaya -büyük bir kayayaçarptığında omurgasın-dan yukarı çıkan şiddetli bir sarsıntı hissetti. Küreğin yerini değiş-tirdi ama kayaya farklı açılardan vurduysa da, yerinden kımıldata-madı. Morali bozulmuş ve sıcaktan terlemiş halde, gözlerini deliğe dikmiş bakıyordu. Aklını kaçırmış bir kadın gibi bütün sabah bo-yunca toprağı kazmıştı; deri eldivenli elleri su toplamış, derisi so-yulmuştu. Julia'nın yaptığı bu kazı, yüzünün etrafında dönüp saç-larının arasından giren bir sivrisinek bulutunu kışkırtmıştı. Başka çaresi yoktu: Bu bölgeyi bir bahçeye çevirmek, yabani otların sardığı bu avluyu değiştirmek istediyse, bunları yapmak zorundaydı. Bu kaya, işini engelliyordu. Zayıf çabalarının yanında, bu planı birdenbire umutsuz görün-dü. Küreği elinden bıraktı ve yere çömelip taşlarla dolu toprak yı-ğınının üzerine oturdu. Neden bu bahçeyi restore edebileceğini, bu evi düzeltebileceğini düşünmüştü ki? Ot yumaklarının ilerisin-deki yıkık verandaya, yağmurdan yıpranmış ahşap kaplamalara uzun uzun baktı. Jvlia'nvn Süs Evi; buraya taktığı isim buydu. Mantıklı düşünmediği, hayatının çökme noktasına geldiği bir za-manda almıştı bu evi. Bu enkaza neden birkaç parça çerçöp da-ha eklemesindi ki? Bu, boşanmasının ardından ayakla kaldığı için bir teselli ödülü olmalıydı. Otuz sekiz yaşındayken, Julia ni-hayet kendi adma bir eve, geçmişi, ruhu olan bir eve sahip olmuş-tu. Emlakçıyla birlikte evin odalarında ilk kez yürüdüğünde ve el-le yontulmuş kirişlere baktığında, üzerine kaplanmış olan onca kâğıttan açılan bir yırtığın içinden görünen antik duvar kâğıdı parçasına gizli gizli göz gezdirdiğinde, bu evin özel olduğunu an-lamıştı. Ona seslenmiş, yardımını istemişti. "Bu yer yenilmezdir" demişti emlakçı. "Yaklaşık dört dönüm-lük bir arazidir, Boston'a bu kadar yakın bir yerde seyrek buluna-bilecek bir şey." "O zaman neden satıyorlar?" diye sormuştu Julia. "İçinin ne kadar kötü bir halde olduğunu görüyorsun. Bize ilk geldiğinde, tavana kadar yığılmış, içi kitap ve kâğıtla dolu onlar-ca koli vardı. Vârislerin onları atması bir aylarını aldı. Baştan aşa-ğıya yenilenmesi gerektiği ortada." "Şey, ilginç bir geçmişinin olması hoşuma gitti. Bu, onu satın almamı erteleyecek bir sebep değil." Emlakçı tereddüt etti. "Size anlatmam gereken başka bir şey daha olduğunu söylemek zorundayım." "Nedir o?" "Önceki sahibi doksan yaşlarında bir kadındı ve... şey, burada öldü. Bazı alıcılara itici geliyor bu." "Doksan yaşlarında mı? O zaman doğal sebeplerden ölmüştür, öyle değil mi?" "öyle olduğu varsayılıyor." Julia kaşlarım çatmıştı. "Sebebini bilmiyorlar mı?" "Yaz mevsimiydi ve akrabalarından birinin onu bulmasından üç hafta önce ölmüştü..." Emlakçının sesi gittikçe azaldı. Julia birden neşelendi. "Ama bir dakika, arazi kendi basma çok özel. Tüm bu yeri yıkabilirsiniz. Kurtulun ondan ve baştan başlayın!" Dünyanın, benim gibi yaşlı kadınlardan kurtuluş yolu buydu iş-te, diye düşünmüştü Julia. Görkemli, köhne bir ev ve ben her iki-sini de çok daha fazla hak ediyorum.
Julia aynı gün öğleden sonra, satın alma sözleşmesini imzala-mıştı. Şimdi ise, toprak yığınının üzerine çömelmiş, sivrisinekleri ko-valarken şöyle düşünüyordu: Kendimi nasıl bir işin içine soktum? Richard bu harabeyi görmüş olsaydı, onun hakkında düşündük-lerinin doğruluğundan emin olurdu. Saf Julia, emlakçının ellerin-»İr oyuncak olmuştu. Mir enkazın gururlu sahibesi. Bir eliyle gözlerini ovuşturup, yanağına ter bulaştırdı. Sonra tekrar yerdeki çukura baktı. Aptal bir kayayı yerinden oynatacak kadar bile güç toplayamazken, nasü olup da hayatım düzene so-kabilmeyi ümit edebilmişti? Eline bir bahçe çapası aldı ve çukura daldırıp, toprağı eşeleme-ye başladı. Kaya daha fazla ortaya çıkmıştı, tıpkı Julia'nın görün-meyen kısmı hakkında sadece tahmin yürütebildiği bir buzdağı-nın tepesi gibiydi. Belki de Titanik'i batıracak kadar büyüktür. Arsız sivrisinekler ve başının üzerinde ışıldayan güneş eşliğinde daha derin kazmaya devam etti. Kaya birdenbire her türlü enge-lin, onu sarsan her türlü zorluğun simgesi haline gelmişti. Beni yenmene izin vermeyeceğim. Çapayla kayanın altındaki toprağı eşeledi, altına kürek daldıra-cak kadar boşluk yaratmaya çalışıyordu. Kazıyarak, toprağı eşe-leyerek çukuru derinleştirdikçe, saçları yüzüne düşüyor, terli cil-dine yapışıyordu. Richard burayı görmeden, onu bir cennete çe-virecekti. Üçüncü sınıf öğrencilerinden oluşan yeni bir sınıfa baş-lamasına iki ay vardı. Bu otlan sökmek, toprağı beslemek, güller ekmek için iki ayı vardı. Richard ona, eğer Brookline avlusuna gül dikmiş olsaydı, ölümlerinden onun sorumlu olacağım söyle-mişti. Ne yaptığım büiyor olman gerekir, demişti; öylesine bir sözdü ama onu yine de rahatsız etmişti. Richard'ın aslında neyi kast ettiğini biüyordu. Ne yaptığını büiyor olman gerekir. Ama bilmiyorsun. Kannüstü yatıp, toprağı çapalamaya devam etti. Çapası sert bir şeye çarptı. Aman Tanrım, başka bir kaya daha Saçını geri atarak çapasının neye çarptığına baktı. Çapanın metal ucu bir yü-zeyi çatlattı ve çarpma noktasında oluşan çatlaklardan ışık sızdı. Toprağı, çakıl taşlarım temizledi ve ortaya doğal olmayacak ka-dar pürüzsüz bir kubbe çıktı. Yüzüstü yerde yatarken kalbinin güm güm attığmı hissetti ve nefes almakta aniden zorlandı. Ama kazmaya devam etti. Artık iki eliyle kazıyordu, eldivenli elleri inatçı kil yüzeyi ufalıyordu. Kubbe daha fazla belirmiş, kıvnmla-rı çıkıntılı ek yerleriyle birleşmişti. Elleriyle daha da derin kaz-maya başladı, içi toprakla dolmuş küçük bir oyuğu boşaltırken, kalp atışları da hızlanıyordu. Eldivenini çıkardı ve çıplak parma-ğıyla sert bir yüzeyle kaplı toprağı temizledi. Yüzey birdenbire çatlayıp ufalandı. Julia hızla dizlerinin üzerinde doğruldu ve ortaya çıkardığı şeye baktı uzun uzun. Sivrisinek vızıltıları çığlığa dönüşmüştü ama yine de onlan kovmuyordu, ısırıklarını hissetmeyecek kmlıır hissizleş-mişti. Çimleri hafif bir meltem kıpırdattı ve havaya yabani havucun tatlı kokusu yayıldı. Julia'mn bakışları, bir zamanlar cennete çevirmeyi ümit etmiş olduğu eve çevrildi. Rengârenk güller ve şakayık-larla dolu bir bahçe, akasmalarla sarih bir çardak hayal etmişti. Şimdi ise, bu avluya baktığında bir bahçe görmüyordu. Gördüğü şey bir mezarlıktı. "Bu derme çatma kulübeyi almadan önce fikrimi sorabilirdin," dedi kız kardeşi Vicky, Julia'mn mutfak masasında otururken. Julia pencerenin önünde duruyordu, arka bahçesinde minik yanardağlar gibi baş vermiş olan onlarca toprak yığınına uzun uzun baktı. Geçen üç gün boyunca, tıbbi inceleme ofisinden, bir ekip, avlusuna neredeyse kamp kurmuştu. Onların tuvaletfîkul-lanmak için eve girip çıkmalarına öyle alışmıştı ki, kazı çalışma-ları bitince ve eninde sonunda onu el oyması sütunları ve geçmi-şiyle - ve de hayaletleriyle- bu evde yine yalnız bıraktıklarında, etrafta onlan görmeyi özleyecekti. Adli tabip Dr. Isles henüz gelmişti ve kazı bölgesinden geçiyor-du. Julia onun, hayalet gibi solgun cildi ve kapkara saçlanyla, ne dost canlısı, ne de soğuk biri olan, rahatsız bir kadın diye düşün-müştü. Pencereden Isles'ı izlerken, onun çok soğukkanU ve kont-rollü göründüğünü düşündü Julia "Senin bir şeye öyle hemencecik atlama huyun yok" dedi Vicky. "İlk gördüğün gün mü almayı teklif ettin? Başka birinin onu kapa-cağım mı sandın?" Eğri mahzen kapışım işaret etti. "Şu kapanmıyor bile. Temelini kontrol ettin mi? Burası yüz yıllık olmalı."
"Yüz otuz yıllık" diye mırıldandı Julia, gözleri hâlâ kazı yapılan hendeğin başında duran Dr. Isles'm bulunduğu arka bahçedeydi. "Ah tatlım" dedi Vicky, sesini yumuşatarak. "Senin için zor bir yıl olduğunu, neler çektiğini biliyorum. Sadece, böyle önemli bir adım atmadan önce beni aramam dilerdim." "Burası o kadar kötü bir yer değil" diye ısrar etti Julia "Dört dönümlük bir arazi. Ayrıca şehre de yalan." "Ve de arka bahçesinde bir ölü var. Yeniden satıldığında, değe-rine eminim katkı sağlayacaktır bu." Julia gerginlik sonucu aniden tutulan boynuna masaj yaptı. Vicky haklıydı. O her zaman haklıydı. Julia şöyle düşündü: Banka hesabımın tamamım bu eve akıttım ve şimdi lanetli bir evin gu-rurlu sahibesiyim. Pencereden, yeni birinin daha geldiğini gördü. Kısa, kır saçları olan daha yaşlıca bir kadındı bu. Mavi renkli kot pantolon ve ağır iş çizmeleri giymişti; babaanne görüntüsünde lıiı kadının giyeceği türde, şeyler değildi bunlar. Bugün bahçesin-de, tuhaf karakterli biri daha dolaşıyordu. Ölünün çevresinde 11 iplanan bu adamlar kimdi? Çoğu insanın bakmayı bile tüyler ür-pertici bulduğu şeyle onları her gün karşılaştıran bu mesleği ne-den seçmişlerdi? "Bu evi satın almadan önce Richardla konuştun mu?" Julia kaskatı kesildi. "Hayır, onunla konuşmadım." "Son zamanlarda ondan hiç haber aldın mı?" diye sordu Vicky. Sesindeki değişim -birdenbire sakinleşmiş, neredeyse te-reddüte düşmüş gibiydi- Julia'nın sonunda dönüp kardeşine bakmasını sağladı. "Neden soruyorsun?" dedi Julia. "Sen onunla evliydin. Gelen postalarım ya da onun gibi şeyleri sana gönderip göndermediğini sormak için onu sık sık aramıyor musun?" Julia masanın yarımdaki sandalyeye gömüldü. "Onu aramıyo-rum. O da beni aramıyor." Vicky bir süre hiçbir şey söylemedi, Julia soğukkanlı bir tavır-la yere bakarken, sessizce oturuyordu o. "Üzgünüm" dedi Vicky sonunda. "Bu konu seni hâlâ incittiği için üzgünüm." Julia bir kahkaha attı. "Evet, şey... ben de üzgünüm." "Altı ay oldu. Onu şimdiye kadar unutmuş olacağını düşünmüştüm. Akıllısın, hoşsun, eski haline geri dönmelisin." Vicky tabii öyle derdi. Apandisit ameliyatının ertesi günü, avu-kat ekibiyle zafer kazanmak için mahkemeye koşan başa-gelen-çekilir Vicky'ydi o. Boşanma gibi küçük bir sorunun tüm haftası-nı sekteye uğratmasına izin veremezdi. Vicky iç çekti. "Dürüst olmak gerekirse, buraya onca yolu sa-dece yeni evi görmek için gelmedim. Sen benim küçük kardeşim-sin ve bilmen gereken bir şey var. Bilmeye hakkının olduğu bir şey. Ben sadece nasıl..." Durdu. Birinin vurduğu mutfak kapışma doğru baktı. Julia kapıyı açtı ve sıcağa rağmen çok soğukkanlı görünen Dr. Isles'ı gördü. "Ekibimin bugün buradan aynlacağmı size söyleme-ye geldim" dedi Isles. Julia kazı yapılan bölgeye göz gezdirdi ve oradakilerin alet edevatlarını çoktan toplamaya başladıklarını gördü. "Burayla işi-niz bitti mi?" "İncelemek için yeterince şey bulduk, bu bir tıbbi inceleme va-kası değil. Olayı, Harvard'tan Dr. Petrie'ye havale ettim." Isles yen ni gelen kadını -kot pantolon giyen babaanneyi işaret elti. Vicky girişte onları katıldı. "Dr. Petrie kim?" "Bir adli antropolog. Araştırma amacıyla kazıyı o tamamlıyor olacak. Tabii bir itirazınız yoksa Bayan Hamili.'' "Öyleyse, kemikler çok mu eskiymiş?" "Yeni olmadıkları kesin. Neden gelip bir göz atmıyorsunuz?" Vicky ve Julia eğimli bahçeden aşağıya doğru Isles'ı takip etti-ler. Delik üç günlük kazıdan sonra, üstü açık bir çukura dönüş-müş, kalıntılarsa bir brandanın üzerine serilmişti. Dr. Petrie her ne kadar en az altmış yaşında varsa da, çömel-miş dururken, kolayca yerinden kalktı ve el sıkışmak için öne çıktı. "Siz evin sahibesi misiniz?" diye sordu Julia'ya. "Burayı sadece satın aldım. Geçen hafta taşındım." "Şanslısınız" dedi Petrie epey samimi görünen bir tavırla.
Dr Isles, "Topraktan birkaç şey çıkardık. Birkaç eski düğme ve bir toka, antika oldukları belli" dedi. Elini kemiklerin yanında du-ran bir delil kutusunun içine uzattı. "Bugün bir de bunu bulduk." Kilitli ufak bir naylon poşet çıkardı. Julia naylonun içinden renk-li mücevherlerin ısıtışını görebiliyordu. "Bu bir şeref yüzüğü" dedi Dr. Petrie. "Akrostik mücevherler Viktorya döneminin başlarında gayet güçlüydü. Taşların isimleri-nin bir sözcüğü kodladığı söylenir. Mesela, yakut, zümrüt ve lal taşının ilk harfleri şeref sözcüğünün ilk üç harfini oluşturabilir.1 Bu yüzük, bağlılık belirtisi olarak verebileceğiniz bir şey. " "Bunlar gerçekten değerli taşlar mı?" "Ah hayır. Bunlar büyük ihtimalle sadece renkli taşlar. Bu yüzük muhtemelen bir oyma değil; sadece seri imalat bir mücevher." "Cenaze kayıtlan var mı peki?" "O konuda şüpheliyim. Usulsüz bir gömme var gibi görünüyor. Mezar taşı yok, kefen kalmtılan yok. Kabaca bir parça posta sa-rılıp, gizlemeye çalışılmış. Gayet sıradışı bir gömme şekli, tabii sevilen biriyse." "Belki de çok fakir biriydi." "Öyleyse neden özellikle burayı seçsinler? Burada hiçbir za-man bir mezarlık bulunmadı, en azından eski haritalara göre. Evi-niz yaklaşık yüz yıllık, öyle değil mi?" "1880'deinşa edilmiş." "Şeref yüzükleri 1840'lara kadar pek popüler değildi." "Burada 1840'tan önce ne varmış?" diye sordu Julia. I. Metnin orijinalinde, Ingilizcesi ruby, emerald ye gamet olan taşların "şeref" anlamı-na gelen "regard" sözcüğünün ilk üç harfini simgelediğini belirtiyor, (ç.n.) "Itıı arazinin, (İst düzey Bostonlu bir aileye ait malikânenin İm ı> ıı • IM olduğuna inanıyorum. Buraların büyük bir kısmı çayırlık-Ituş; çiftlik arazisi." Julia kelebeklerin yaban havucu çiçeklerine ve burçaklara ne-ftdeyse dokunacak kadar alçaktan uçtuğu tepeye baktı. Avlusu-nu , l > ı r zamanlar olması gerektiği gibi gözünde canlandırmaya ça-lı.n Ağaç gölgelerinin akıntıya yansıdığı yamacın eteklerindeki Çimlerin arasında otlayan koyunların olduğu uçsuz bucaksız bir ı.ıila Sadece hayvanların dolaştığı bir yer. Bir mezarın çabucak unutacağı bir yer. Vicky kemiklere tiksinti dolu bakışlarla uzun uzun baktı. "Bu yey... tek bir vücut mu?" "Bütün bir iskelet" diye yanıtladı Petrie. "Leş yiyicilerden ko-ru n ması çin çok derine gömülmüş. Bu tepede toprak çok iyi çö-ker. Ayrıca, deri parçalarına göre hüküm verecek olursam, bir tür hayvan postuna sarümış ve koruyucu görevi görsün diye de filtre İanen kullamlmış." "Kadın mıymış?" "Evet." Petrie yukarı baktı, keskin mavi gözleri güneşten kısıl-dı. "Bu bir dişi. Dişlerine ve omurgasının durumuna bakılırsa, epey gençmiş ve kesinlikle otuz yaşm altındaymış. Hepsi bir ya-na, oldukça iyi bir vücudu varmış." Petrie Julia'ya baktı. "Çapan-la oluşturduğun çatlağı saymazsak." Julia kızardı. "Kafatasmı kaya sandım." "Eski ve yeni çatlakları ayırt etmek sorun değil. Bak." Petrie I ekrar yere çömeldi ve kafatasmı alıp kaldırdı. "Senin oluşturdu-ğun çatlak işte burada ve üzeri lekesiz. Ama şurada, çeper kemi-ği üzerindeki çatlağı görüyor musun? Yanağın alt kısmında, kemi-ğin üzerinde de bir tane var. Bu yüzeyler toprağa uzun zaman ma-ruz kalınca kahverengileşir. Bu da bize bunların ölmeden önce gerçeMeştiğini gösteriyor. Yani, kazı yüzünden olmadığını." "Ölmeden önce mi?" Julia ona baktı. "Demek istediğin..." "Bu darbelerin ölümüne sebep olduğuna neredeyse kesin gö-züyle baküabilir. Ben buna cinayet derdim." Geceleyin Julia, yatağına uyanık bir halde uzanmış, duvarların içindeki farelerin hışırtılarını, eski döşemelerin gıcırtılarını dinli-yordu. Mezar, bu ev kadar, hatta daha da eskiydi. Ustalar bu sü-tunları birbirine çakarken, çam ağacından yapılma eski döşeme-leri döşerken, sadece birkaç metre ötede, kimliği belirsiz bir ka-dının cesedi toprağın altoda çoktan küflenmeye başlamıştı. Evi bu noktaya inşa ettiklerinde onun burada olduğunu biliyorlar mıydı? Bu bölgeyi işaretleyen bir mezar taşı olmuş muydu? Yoksa orada olduğunu kimse bilmiyor muydu? Onu hatırla-yan kimse yok muydu?
Çarşafı yana attı ve şilteyi ter içinde kaldırdı. Her iki cam da açık olmasına karşın, yatak odası havasızdı ve ısıyı dağıtacak kü-çük meltem bile yoktu. Tepesinde bir ateşböceği ara ara yanıp sö-nüyor; ışığı odanın içinde dönüp, kaçacak yer ararken ümitsizce göz kırpıyordu. Yatağında doğrulup lambayı yaktı. Başının üzerindeki olağa-nüstü kıvılcımlar, tavanın kenarında uçuşan sıradan bir kahve-rengi böceğe dönüştü. Onu öldürmeden nasıl yakalayabileceğini düşündü. Bir başına kalmış bu böceğin kaderinin, uğruna çaba harcamaya değer bir şey olup olmadığım merak etti. Telefon çaldı. Saat on bir buçukta tek bir kişi arardı onu. "Umarım seni uyandırmamışımdır" dedi Vicky. "O bitmek bil-meyen yemeklerin birinden daha yeni geldim." "Burası uyutmayacak kadar sıcak." "Julia, o gün sana anlatmak istediğim bir şey vardı. Ama etrafta onca insan varken yapamadım." "Bu evle ilgili daha fazla öğüt dinlemek istemiyorum, tamam mı?" "Evle değil, Richard'la ilgili. Sana bunu söyleyecek olan kişi-nin ben olmasından nefret ediyorum ama senin yerinde olsay-dım bunu bilmek isterdim. Ortalıkta onca insan dolaşırken bunu duymamalıydın." "Neyi duymamalıydım?" "Richard evleniyor." Julia ahizeyi öyle sıkı tutuyordu ki, parmakları hissizleşti. Uzun bir sessizlikten sonra, kendi kalp atışlarım kulaklarında duyuyordu. "Öyleyse bilmiyordun." Julia fısıldar bir sesle "Hayır" dedi. "Nasıl pislik biriymiş bu böyle" diye mırıldandı Vicky, her ikisi için de üzülüyordu. "Duyduğuma göre, bir ayı aşkın bir süredir bunu planlıyorlarmış. Adı Tlffani, i ile yazılıyor. Demek istediğim bu isimde birine ne kadar sempati besleyebilirsin ki? Tiffani adın-da biriyle evlenen adama saygı duyamam." "Nasü bu kadar çabuk gerçekleştiğini anlamıyorum." "Ah tatlım, bu çok açık değil mi? Siz evliyken daha onun etra-fında dolaşmış olmalı. Birdenbire eve geç gelmeye başlamamış mıydı? Peki ya tüm o iş gezilerine ne demeli? Bunları merak edi1 yordum. Sadece s.uıa söyleyecek cesaretim yoktu." .hılia yutkundu. "Artık bu konuda konuşmak istemiyorum." "Tahmin etmeliydim. Bir erkek bu kadar ani bir biçimde bo-yanmak istemez." "İyi geceler, Vicky." "Hey, hey, sen iyi misin?" "Sadece konuşmak istemiyorum" Julia telefonu kapattı. Uzun bir süre kıpırdamadan oturdu. Başının üzerindeki ateş-böceği dönmeye devam ediyor, çaresizce mahkûm olduğu bu yer-den çıkacak yer alıyordu. Eninde sonunda kendisini bitkin düşü-recekti. Aç susuz buraya kısılmıştı, bu odada ölecekti. Julia şütenin üzerine çıktı. Ateşböceği yakma gelince, onu el-leriyle yakaladı. Böceği avuç içleriyle çevreledi, yalınayak mutfa-ğa gitti ve arka kapıyı açtı. Verandada ateşböceğini saldı. Böcek karanlığa doğru kanat çırptı, ışığı artık yanıp sönmüyordu, tek amacı olan kaçmayı gerçeMeştirmişti. Julia'mn, onun hayatım kurtardığım biliyor muydu acaba? Be-cerebildiği önemsiz şeylerden biri. Gece havasım içine çekerek verandada oyalandı, o sıcak kü-çük odaya geri dönme düşüncesine tahammül edemiyordu. Richard evleniyordu. Nefesi düğümlendi, öksürerek boğazını temizledi. Verandanın parmaklıklarına tutundu ve kıymıkların parmaklarına battığını hissetti. Ve bunu en son ben öğreniyorum. Uzun uzun geceye bakarken, birkaç metre öteye gömülü olan cesedi düşündü. Unutulmuş bir kadın, adı yüzyıllarla birlikte kay-bolmuştu. Karlar gökyüzünde dönerken, et çürürken ve kurtlar bayram ederken, çöken soğuk toprağı, değişen mevsimleri, ge-çen yılları düşündü. Ben de senin gibiyim, başka bir unutulmuş kadın, diye geçirdi aklından. Ve ben senin kam olduğunu bile bilmiyorum daha. 2
Kasım 1830
Ölüm çanların tatlı çıngırdamalanyla geldi. Rose Connolly sesten çok korkmuştu, çünkü kız kardeşinin has-tanedeki yatağının yanı başmda oturur, Aurnia'nın alnım siler, elini tutar ve ona su içirmeye çalışırken bu sesi defalarca duymuştu. O lanet, çanlar her gün rahibin yardımcısı tarafından çalınıyor, rahibin koğuşa gelişim ve takdis etme ayininin gerçekleştirildiğini müjdeli-yordu. Rose her ne kadar henüz on yedi yaşındaysa da, şu son beş günde birçok ömre bedel acılar çekmişti. Nora, pazar günü, minik bebeğinin doğumundan üç gün soma ölmüştü. Pazartesi ise, adını öğrenme fırsatını bile bulamayacak kadar kısa bir süre içinde, do-ğumdan sonra kaybettiğimiz kişi, koğuşun en ucundaki kumral kız-cağızdı. Başucunda ağlayan ailesinin yerine, sadece cam yanmış ke-di gibi bağıran yeni doğmuş bir bebek ile avluda tabut yapmakla meşgul ustaların sesleri vardı. Salı günü, bir erkek çocuğunun do-ğumunım ardından çekilen acılardan dört gün sonra, Rebecca da ölüme yenik düşmüştü. Ama tüm bunlar, Rose'un, kızların bacak aralarından sızan, çarşaflarda kabuk bağlaımş, kokuşmuş vücut sı-vılarının pis kokularına dayanmak zorunda kalmasından sonra olmuştu. Tüm koğuş ter, hararet ve iltihap kokuyordu. Gece geç saat-te, ölmekte olan ruhların irdltileri koridorlarda yankılandığında, Ro-se kâbuslarından daha korkunç bir gerçekle karşılaşacak diye, yor-gun düştüğü uykusundan uyanmaktan korkardı. Koğuşun pis hava-sından, hastane avlusundan dışarı adım attığında ve soğuk, puslu havayı ciğerlerine derin derin çektiğinde kurtulabiliyordu. Ama her seferinde, kâbuslara geri dönmek zorunda kalıyordu. Kız kardeşine. "Yine çanlar" diye fısıldadı Aurnia, çökmüş gözkapakları titrer-ken. "Bu kez hangi zavallı ruh?" Rose, yatakların birinin üzerine bir perdenin alelacele çekild i ).ı 11< ığumevi koğuşuna, göz gezdirdi. Birkaç dakika önce, hemşire M.uy Robinson'ın küçük masayı hazırladığını ve mumlarla îsalı haçı Üzerine yerleştirdiğini görmüştü. Rahibi her ne kadar görme-ı hyse de, o perdenin arkasından mınldandığım duyabiliyor, yanık imim kokusunu alabiliyordu. "Tanrı yüce merhametiyle, işlediğin günahları affetsin... " "Kimmiş?" diye tekrar sordu Aurnia. Heyecanla, sıralanmış ya-lakların üzerinden bakmak için doğrulmaya çalıştı. "Korkarım, Bemadette" dedi Rose. "Ah! Ah, hayır." Rose kız kardeşinin elini sıktı. "Yüıe de yaşayabilir. Umudunu kaybetme." "Peki ya bebek? Bebeği nasıl?" "Oğlan sağlıklı. Bu sabah beşiğinde ağladığını duymadın mı?" Aumia iç çekerek yastığma yaslandı tekrar; verdiği nefes ölü-mün pis kokusunu taşıyordu, sanki içi çoktan çürümüş, organla-rı kokuşmuş gibiydi. "Öyleyse, küçük bir kutsama var." Kutsama mı? Öksüz büyüyecek bir çocuğu mu? Annesi, loğusa ateşinden kamı şiştiği için son üç gününü sızlanarak geçirmiş bir çocuğu mu? Rose, geçen yedi gün içince böyle çok fazla kutsama görmüştü. Şayet bu Tann'run yardımseverüğinin bir örneği ise, on-dan yardım istemiyordu. Ama kız kardeşinin varlığında böyle şeyle-ri hiç diUendirmedi. Kocasının onun iyiliğini suiistimal ettiği zaman-larda, Rose yataklarının arasında asılı duran battaniyenin arkasın-dan onun sessizce ağladığım duyduğu gecelerde ve tüm o aylar bo-yunca Aumia'yı ayakta tutan şey inancıydı. İnancı zavallı Aurnia'ya ne kazandırmıştı? Tanrı, ilk çocuğunu doğurmak için Aurnia'nm boş yere doğum sancılan çektiği o günlerde nerelerdeydi? Sen, Tanrı, şayet iyi bir kadının dualarını duyuyorsan, ne-den onun acı çekmesine izin veriyorsun? Rose herhangi bir cevap beklemiyordu ve zaten gelmedi de. Tüm duyduğu, Bernadette'nin yatağını gizleyen perdenin arkasın-dan gelen rahibin beyhude mınltılanydı. "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına, şeytanın üzerindeki tüm gü-cü, ellerimin yardumyla, yüce ve kutsal olan Bakire Meryem'in, Tann'run annesinin duasıyla yok olsun." "Rose?" Aurnia fısıldadı. "Efendim, canım?" "Artık benim de zamanımın gelmiş olmasından çok korkuyo-rum." ;:;liiJ!i:i!!!ii:i'!P:
"Neyin zamanı?" "Rahip. Kutsama," "Hangi küçük günahlar senin başına bela olabilir ki? Tanrı senin ruhunu biliyor, tatlım. İçindeki iyiliği görmediğini mi sanıyorsun?" "Ah, Rose, işlediğim suçlan bilmiyorsun! Sana anlatamayacak kadar çok utanç duyduğum şeyleri! Asla onsuz ölmek..." "Bana ölmekten bahsetme. Pes edemezsin. Savaşmak zorun-dasın." Aurnia belli belirsiz bir gülümsemeyle yanıt verdi ve kız karde-şinin saçma dokunmak için elini uzattı. "Benim küçük Rosie'm. Korkanlardan olma asla" Ama Rose korkuyordu. Kız kardeşinin onu terk etmesinden çok korkuyordu. Aurnia'nın son kutsamasının yapılmasından, onun sa-vaşmayı bırakmasından, vazgeçmesinden ümitsizce korkuyordu. Aurnia gözlerini kapatıp iç geçirdi. "Bu gece yine benimle ka-lacak mısın?" "Elbette kalacağım." "Peki ya Eben? O gelmedi mi?" Rose'un eli Aurnia'nın elinde gerildi. "Onu burada gerçekten istiyor musun?" "Biz birbirimize bağlıyız, o ve ben. İyi günde, kötü günde." Çoğunlukla kötü günde, demek istedi Rose ama dilini tuttu. Eben ve Aurnia arasında evlilik bağı olabilirdi ama Eben'in uzak durması daha iyiydi, çünkü Rose onun varlığına zor katlanıyordu. Geçen dört ay boyunca Eben ve Aurnia ile birlikte Broad Stre-et'teki bir pansiyonda yaşamıştı. Karyolası, onlann yatak odasma bitişik bir bölmeye sıkıştırılmıştı. Eben'den uzak kalmayı dene-miş ama Aurnia hamilelik döneminde küo alıp yorgun düştüğü için, Rose kız kardeşinin Eben'in terzi dükkanındaki işlerinin her geçen gün daha da fazlasını üstlenmek durumunda kalmıştı. Dük-kânın, muslin ve çuha kumaşı toplarıyla dolu arka odasında, ka-yınbiraderinin sinsi bakışlarım görmekle birlikte, Rose'un panto-lon ve yelek diktiği zamanlarda (likişlerini kontrol ederken, ya-kınlaşmak amacıyla omzunu ona sürtmek için ne kadar çok ba-hane bulduğunu da fark etmişti. Eben'in inkâr edeceğini büdiği için Aurnia'ya hiçbir şey söylememişti bu konuda. Çünkü sonun-da üzülen Aurnia olurdu. Rose bir bezin suyunu lavaboya sıktı ve bezi Aurnia'nın alnına koyarken şunu merak etti: Benim güzel kız kardeşim nereye git-mişti? Daha evleneü bir yıl bile olmamıştı ama ışık Aurnia'nın gözlerini çoktan terk etmiş, ateş rengi saçlarının ışıltısı kaybol- 25 muştu. Geriyeyse bu bitkin kabuk, terden matlaşmış saçlar ve teslimiyetin sıkıcı maskesinin yerleşmiş olduğu bir yüz kalmıştı. Aurnia, kolunu yorganın altından güçsüzce kalchrıp, "Bunu al-manı istiyorum" diye fısıldadı. "Onu hemen al, Eben almadan." "Neyi alayım, tatlım?" "Bunu." Aurnia boynunda asılı olan kalp şekilli madalyona do-kundu. Aurnia gerçek altın ışıltısı saçan bu madalyonu üzerinden hiç çıkarmıyordu. Eben'in bir hediyesi, diye tahmin yürüttü Ro-se. Bir zamanlar, karısını ona böyle değerli takılar alacak kadar çok önemsiyordu. Ona en çok ihtiyacı olduğu şu anda neden ka-rısının yanında değildi? "Lütfen. Onu çıkarmama yardım et" "Şimdi bunu vermenin zamanı değü" dedi Rose. Ama Aurnia kolyeyi kendi başına çıkarmayı başardı ve kız kar-deşinin avucuna bırakti. "Bu senin. Bana yaşattığın tüm konfor için." "Bunu senin için güvenli bir yerde saklayacağım, hepsi bu." Rose kolyeyi cebine koydu. "Bu şey bitince tatlım, kendi şeker bebeğini kollarına alınca, onu boynuna geri takacağım." Aurnia gülümsedi. "Keşke mümkün olsaydı." "Olacak." Çanların uzaklaşan çınlamaları, ona rahibin ölmekte olan Ber-nadette ile işinin bitmiş olduğunu gösteriyordu. Hemşire Robin-son, henüz varmış olan yeni ziyaretçüer için hazırlamakta olduğu paravanı çıkarma işinde aceleci davranıyordu. Dr. Chester Crouch doğum koğuşunda gezinirken odadaki her-kes beklentili bir sessizliğe büründü. Bugün, Dr. Croach'a hasta-nenin başhemşiresi Bayan Agnes
Poole'un yanı sura, dört tıp öğ-rencisi de eşlik ediyordu. Dr. Crouch vizitine ilk yatakla başladı. Orada, evde iki gün boyunca sonuç vermemiş doğum sancıları seçtikten sonra, o sabah hastaneye getirilmiş olan bir kadın yatı-yordu. Dr. Crouch hastayı muayene etmek için elini dikkatlice yorganın altına götürürken, öğrenciler yanmay biçiminde dizil-miş, onu seyrediyorlardı. Doktor sondayı uyluk kemiklerinin ara-sına ittirince, kadın acı bir çığük attı. Elini çıkardı, parmakları çizgi çizgi kanlanmıştı. "Havlu" dedi ve Hemşire Poole ona bir havlu verdi hemen. Eli-ni süerken dört öğrenciye: "Hasta düzelme göstermiyor. Bebeğin başı hâlâ aynı pozisyonda ve serviks tam anlamıyla sulanmamış. Böyle özel bir durumda, onun doktoru nasıl hareket etmelidir? Siz, Bay Kingston! Bir cevabınız var mı?" dedi. Yakışıklı ve şık giyimli Bay Kingston hiç tereddüt etmeden ce-vap verdi, "Siyah Çin çayında bulunan ergotun önerilebileceğini düşünüyorum." "Güzel. Başka ne yapabilir?" Dört öğrenci içerisinde en kısa ola-na, büyük kulaklarıyla elflere benzeyene odaklandı. "Bay Holmes?" "Bu kişi, kasılmaları harekete geçirmek için müshil deneyebi-lir" diye hızla cevap verdi Holmes. "Güzel ve siz, Bay Lackaway?" Dr. Crouch, irkilmiş yüzü he-men kızarmış olan açık renk saçlı adama döndü. "Başka ne yapı-labilir?" "Ben... yani... " "Bu sizin hastanız. Tedaviye nasıl devam edersiniz?" "Bunu düşünmem gerekirdi." "Düşünmek mi? Sizin hem anneniz hem babanız doktor! Dayı-nız tıp fakültesi dekanı. Tıbbi konulara sınıf arkadaşlarınızın hep-sinden daha çok aşinasınız. Haydi, Bay Lackaway! Ekleyecek bir şeyiniz yok mu?" Başını ümitsizce sallayan delikanlı, "Üzgünüm, efendim" diye yanıt Verdi. Dr. Crouch iç çekerek, uzun boylu ve esmer dördüncü öğren-ciye döndü. "Sıra sizde, Bay Marshall. Bu durumda ne yapılabilir? Doğum sancılan çeken bir hasta doğum yapamıyorsa?" "Onu dik oturması ya da ayağa kalkması için zorlardım, efen-dim. Eğer yapabiliyorsa, koğuşta dolaşması da gerekir" dedi Marshall. "Başka?" "Bana uygun görünen ekleyebileceğim tek yöntem bu." "Peki ya tedavi olarak kan alma yöntemi?" Bir duraksama oldu. Sonra, kararlı bir sesle: "Bunun etkisi ol-duğuna inanmıyorum." Dr. Crouch şaşkınlık dolu bir kahkaha attı. "Sen; sen inanmı-yor musun?" "Büyüdüğüm çiftlikte, vantuzla çekme yöntemine ilaveten kan alma yöntemini denemiştim. Bu yöntemi uyguladıktan sonra, ön-cesinde olduğu kadar çok inek kaybettim." "Çiftlikte mi? /ne/clerden kan almaktan mı bahsediyorsun?" "Ve domuzlardan." Hemşire Poole kıs kıs güldü. "Biz burada insanlan ele alıyoruz, hayvanlan değil, Bay Mars-hall" dedi Dr. Crouch. "Bir terapötik kanama, deneyimlerime gö-re, ağnyı rahatlatmada hayli etkilidir. Hastayı öyle rahatlatır ki, *t isrvika tamamen sulanabilir, Eğer ergot ve müslıil işe yaramazsa, ıı /.nınan ben bu hastada kan alma yöntemini uygulardım kesin-likle." Lekeli havluyu Hemşire Poole'dan tekrar aldı ve Bernadet-(ı ııin yatağma doğru yürürken, "Peki bunun sorunu ne?" diye lordu sonra. "Her ne kadar ateşi düşmüşse de" dedi Hemşire Poole, "çok kötü akıntısı var. Bütün geceyi huzursuz geçirdi." Dr. Crouch iç organları muayene etmek içm elini tekrar yorga-nın altına soktu. Bernadette'ten zayıf bir inleme sesi geldi. "Evet, teni çok soğuk" diye onayladı. "Ama bu durumda..." Durdu ve yu-karı baktı. "Morfin verildi mi?" "Birçok kez, efendim. Söylediğiniz gibi." Ellerini yorganın altından çıkardı, parmaklan yoğun sarımsı sı-vıyla parlıyordu. Hemşire gene o kirli havluyu uzattı ona "Morfi-ne devam edin" dedi kısık sesle. "Onu rahat ettirin." Bu, ölüm fer-mam gibiydi.
Dr. Crouch, koğuşu yatak yatak, hasta hasta gezdi. Aurnia'nın yatağına gelince, ellerim temizlemek için kullandığı havlu kanla boyanmış gibiydi. Rose doktoru selamlamak için ayağa kalktı. "Dr. Crouch." Doktor kaşlarını çatarak, "Ve bu Bayan... " "Connolly" dedi Rose, bu adamın, kendisinin adım neden hatır-layamadığını merak ederek. O, Aurnia'nın gece gündüz doğum sancılan çektiği pansiyonun kiralık odasına çağıran kişiydi. Ro-se, Crouch'un her ziyaretinde burada, kardeşinin başucunda dur-muştu, buna rağmen doktor her seferinde yeni tanıştıklan za-manlarda şaşırdığı gibi şaşınyordu. Ama Rose'un yüzüne hiç bak-marntştv, Rose onun gözünde ikinci kez bakmaya değmeyen bir süs eşyası gibiydi. Dikkatini Hemşire Poole'a yöneltti. "Peki bu hasta iyileşme gösteriyor mu?" "Geçen akşam reçete ettiğiniz günlük müshillerin kasılmaları artırdığını düşünüyorum. Ama hasta, sizin yataktan kalkma ve koğuşta dolaşma önerilerinizi yerine getirmedi." Hemşire Poole'a dik dik bakan Rose dilini zor tutuyordu. Ko-ğuşta dolaşmak mı? Bunlar çıldırmış mı? Son beş gündür Rose, Aurnia'nın sürekli daha da zayıf düştüğüne bizzat şahit olmuştu. Tabii ki Hemşire Poole kız kardeşinin zorlukla doğrulabildiğini, çok daha zorlukla yürüyebildiğim açıkça görebiliyordu. Ama hemşire Aurnia'ya bakmıyordu büe; hayranlık dolu bakışlan Dr. Crouch'daydı. Doktor elini yorganın alfandan soktu ve sondayı doğum kanalına ittirince, Aurnia öyle acıyla inledi ki, Köse dok-toru itmemek için kendisini zor tuttu. Doktor doğruldu ve Hemşire Poole'a baktı. "Amniyotik kese yırtılmışsa da, henüz tamamen sulanmamış." Elini kirli havluyla kuruladı. "Kaç gün oldu?" "Bugün beşinci gün" dedi Hemşire Poole. "O zaman belki de bir doz daha ergot gerekir." Aurnia'mn büe-ğini tuttu ve nabzına baktı. "Kalp atışları hızlı. Bugün biraz ateşi de var. Kan alma yönteminin sistemi rahatlatması gerek." Hemşire Poole başıyla onayladı. "Hemen hazır..." "Kanını yeterince aldınız" diye sözünü kesti Rose. Herkes sustu. Dr. Crouch bakışlarım ona çevirdi, şaşırdığı bel-liydi. "Siz nesi oluyorum demiştiniz?" "Kız kardeşi. Ondan ilk kez kan aldığınızda ben buradaydım, Dr. Crouch. İkincisinde de, üçüncüsünde de." "O zaman ne kadar faydasını gördüğünü sen de anlamışsmdır" dedi Hemşire Poole. "Hiç taydaşım görmediğini söyleyebilirim." "Çünkü senin eğitimin yok, kızım! Ne arayacağım bilmiyorsun." "Siz benim onu tedavi etmemi istiyor musunuz, istemiyor mu-sunuz?" diyerek tersledi Dr. Crouch. "İstiyorum efendim ama kanım son damlasına kadar almanızı istemiyorum!" Hemşire Poole soğuk bir ifadeyle araya girdi: "Ya dilinizi tutun ya da koğuşu terk edin, Bayan Connolly! Gerekeni bırakın da doktor yapsın." "Her neyse, zaten bugün kan alacak vaktim yok." Dr. Crouch cebindeki saate baktı. "Bir saat sonra bir randevum var ve sonra da ders hazırlamam gerek. Sabah ilk iş olarak bu hastayı görme-ye geleceğim. Belki o zamana kadar, Bayan, eee... " "Connolly" dedi Rose. "Connolly de bu tedavinin ne kadar gerekli olduğunu daha iyi anlamış olur." Saatinin kapağım öfkeyle kapattı. "Baylar, sizinle yarın sabah dokuz dersinde görüşürüz. İyi geceler." Başını salladı ve odadan çıkmak için döndü. Doktor uzun adımlarla uzaklaşırken, dört tıp öğrencisi de itaatkâr ördek yavruları gibi takip ettiler onu. Rose arkalarından koştu. "Bayım? Adınız Bay Marshall, değil mi?" Öğrencüerin en uzun boylu olanı döndü. Doğum sancıları çe-ken bir anneye kan alma yöntemi uygulanmasının doğru olup olmadiğini sorgulanuş ve bir çiftlikte büyüdüğünü söylemiş olan oNiner delikanlıydı bu. İnsan, uygun olmayan takım elbisesine bir kez baktığında, aslında arkadaşlanndan çok daha mütevazı bir çevreden geldiğini anlayabilirdi onun. İyi kumaşı tanıyacak kadar (er/ilik etmişti. Delikanlının kıyafetlerinin kumaşı kalitesizdi; yünlü kumaşı mat ve döküntüydü, kaliteli çuha parlaklığı taşımı-yordu. Arkadaşları koğuştan çıkmak için yürümeye devam eder-ken, Bay Marshall bekleyen gözlerle bakıyordu ona Yorgun göz-lü, diye düşündü Rose ve bir
delikanlı için çok da bitkin yüzlü. Di-ğerlerinden farklı olarak o, sanki Rose'u eşiti görüyormuş gibi doğruca yüzüne bakıyordu. "Doktora söylediklerinize istemeden kulak misafiri oldum" de-di Rose. "Kan alma hakkında" Baş sallayan delikanlı, "Korkarım, çok fazla rahat konuştum." "Yani söyledikleriniz doğru, öyle mi?" "Ben sadece gözlemlerimi anlattım." "Peki, yanılıyor muyum doktor? Onun kız kardeşimden kan al-masına izin vermeli, miyim?" Delikanlı tereddüt etti. Belirgin bir hoşnutsuzlukla onlan izle-yen Hemşire Poole'a huzursuz bir bakış attı. "Bu konuya tavsiye-de bulunacak kadar vakıf değilim. Ben sadece birinci sınıf öğren-cisiyim. Dr. Crouch benim hocam ve kendisi iyi bir hekimdir." "Onu kardeşimden kan alırken üç kez seyrettim ve her seferin-de o ve hemşireler kardeşimin durumunun düzeldiğini iddia etti-ler. Ama doğruyu söylemek gerekirse, ben hiçbir düzelme görmü-yorum. Her gün, tek gördüğüm..." Durdu, sesi çatlaktı, boğazı tı-kanmıştı. Yumuşak bir tonla, "Ben sadece Aurnia için en iyisini istiyorum" dedi. Hemşire Poole araya girdi: "Bir tıp öğrencisine mi soruyor-sun? Onun Dr. Crouch'tan daha iyi bildiğini mi düşünüyorsun?" Somurttu. "Ahırda çalışan bir uşağa da sorabilirdin" deyip koğuş-tan çıktı. Bay Marshall bir an sessiz kaldı. Hemşire Poole koğuştan çık-tıktan soma tekrar konuştu, sözleri her ne kadar ılımhysa da, Ro-se'un en kötü korkulannı doğruluyordu. "Ben olsam ondan kan almazdım" dedi kısık sesle. "Bu hiç iyi olmazdı." "Ne yapardınız peki? Eğer o sizin kardeşiniz olsaydı?" Adam uyumakta olan Aurnia'ya acıyan bir bakış fırlattı. "Onun yatakta oturmasına yardım eder; ateşi için soğuk kompres uygu-lar; ağrısı için de morfin verirdim. Hepsinden öte, onun yeterli be-sin ve sıvı aldığından emin olurdum ve huzur, Hayan Connolly. Eğer benim bu kadar acı çeken bir kardeşim olsaydı, onun için yapacaklarım bunlar olurdu." Rose'a baktı. "Onu rahat ettirin" dedi üzgün bir sesle ve uzaklaştı. Rose gözyaşlannı silerek Aurnia'mn yatağına geri dönerken la-vaboya kusan bir kadının, bacağı yılancık hastalığı yüzünden kı-zarmış ve şişmiş bir başka kadının önünden geçti. Doğum sancı-sı çeken kadınlar, ağrılarla kıvranan kadınlar. Dışarıda, kasım yağmuru yağıyordu ama içeride, odun sobası yanan, pencereleri kapalı bu yerde hava bunaltıcıydı ve hastalık yüzünden boğucu ve pisti. Onu buraya getirmekle hata mı ettim, diye endişelendi Rose. Buraya getirmek yerine, onu bu korkunç inlemeleri, bu açması sızlanmaları dinlemek zorunda kalmayacağı odamızda mı tutma-lıydım bütün gece? Pansiyondaki odaları çok dar ve soğuktu, ay-rıca Dr. Crouch Rose'a Aurnia'yı daha rahatça bakabileceği yer olan hastaneye yatırmasını tavsiye etmişti. "Kız kardeşininki gibi hayır işleri için bir yer" demişti, "masrafı ise sadece ailenizin ödeyebileceği kadar olacak." Sıcak yemek, hemşire ve doktorlardan oluşan bir personel; tüm bunlar hastayı bekliyor, diyerek onları temin etmişti. Ama bunu değil, diye düşündü Rose acı çekmekte olan kadın-lar dizisine bakarak. Bakışları, sessizce yatmakta olan Bernadet-te'ye takıldı. Rose, sadece beş gün önce yeni doğmuş olan bebe-ğini kollarında tutarken kahkahalar atmış olan kadına bakarak yatağa ulaştı yavaşça. Bemadette artık nefes almıyordu. 3 "Bu şiddetli sağanak daha ne kadar sürebilir?" dedi Edward Kingston, hiç kesilmeyen yağmura bakarak. Wendel Holmes, hastanenin üstü kapalı verandasının altından halka şeklinde puro dumanlan üfledi, dumanlar havada sürükle-nip, yağmurda döne döne dağıldı. "Bu sabırsızlık niye? Gören de acil bir randevun var sanacak." "Var. Olağanüstü bir kadeh bordo şarabıyla." "Hurricane'e mi gidiyoruz?" diye sordu Charles Lackaway. "Faytonum gelirse" dedi Edward, at seslerinin geldiği ve fayto-nun tekerleklerinin öbek öbek çamur sıçrattığı sokağa ters ters bakarak.
Hastanenin verandasında her ne kadar Norris Marshall da du-ruyorsa, o ve sınıf arkadaşları arasındaki uçurum, bu dört deli-kanlıya sıradan bir bakış atan herkesin anlayabileceği kadar be-lirgindi. Norris, Boston'da yeniydi, ödünç aldığı kitaplarla kendi kendine fizik öğrenmiş ve Latince öğretmeninden aldığı dersler karşılığında ödemeyi yumurta ve sütle yapmış Belmont'lu bir çift-lik çocuğuydu. Hurricane meyhanesine gitmek bir yana; nerede olduğunu bile bümiyordu. Her biri Harvard College'den mezun olan sınıf arkadaşlan onun tammadığı insanlar hakkında dediko-du ediyor ve kendi aralarında onun anlamadığı şakalar yapıyor-lardı. Onu dışlamak için aşın bir çaba sarf etmelerine gerek yok-tu zaten. Norris'in onların sosyal çevrelerinin bir parçası olmadı-ğı gayet belirgince anlaşılıyordu. Edward bir duman bulutu üfleyerek iç geçirdi. "O kızın Dr. Crouch'a söylediklerine inanabiliyor musun? Ne küstahlık! Bizim evimizdeki İrlandalı hizmetçilerden biri böyle konuşsaydı, an-nem hemen onu sokağa atardı." "Annen" dedi Charles hnşuyla, "beni dehşete düşürüyor." "Annem, irlandalıların haddini bilmelerinin önemli olduğunu söyler. Şehre yeni taşınan ve bela çıkartan tüm insanların kontrol altına alınmasının tek yolu budur." Yeni insanlar. Norris de onlardan biriydi. "irlandalı hizmetçüer en berbatlarıdır. Onlara arkanı dönmeye-gör, gömleklerini dolabından hemen yürütüverirler. Bir şeyin ek-sik olduğunu fark edersin, onlarsa aradığınızın çamaşırhanede kaybolduğunu ya da onu köpeğin yediğini iddia ederler." Edward suratını astı. "Onun gibi bir kızın haddini bilmesi gerekir." "Kız kardeşi ölüyor olabilir" dedi Norris. Harvard'lı üç adam, genellikle az konuşan sınıf arkadaşlarının konuşmuş olmasının şaşkmlığıyla ona döndüler. "Ölüyor mu? Bu çok dramatik bir ifade" dedi Edward. "Beş gündür doğum sancısı çekiyor ve çoktan bir ceset görünümünü almış bile. Dr. Crouch isterse ona kan akıtma yöntemini uygulayabilir ama geleceği pek iyi görünmüyor. Kız kardeşi bunu biliyor. Üzüntüsünden böyle söylüyor." "Yine de, yardımseverliğin nereden geldiğini hatırlaması gerekir." "Ve her zerresi için minnettar olması." "Dr. Crouch o kadını tedavi etmek zorunda değil. Buna rağ-men, kız kardeşi bu onların hakkıymış gibi davranıyor sanki." Ed-ward, purosunu yeni boyanmış tırabzanların üzerinde söndürdü. "Bir parça minnettarlık onları öldürmezdi." Norris yüzünün kızardığını hissetti. Wendell nazikçe konuşma-nın yönünü değiştirdiğinde, Norris kızın lehine sert bir yanıt ver-mek üzereydi. "Bununla ilgili bir şiir vardı sanıyorum, öyle değil mi? 'Haşin İr-landalı Kız.'" Edward iç çekti. "Lütfen yapma. Senin o korkunç mısralarm-dan birini daha çekemem." "Peki, şu başbğa ne dersin?" dedi Charles. "Vefakâr Kız Karde-şe Gazel. " "Bak işte bunu sevdim!" dedi Wendell. "Bir deneyeyim." Du-raksadı. "işte en vefalı savaşçı, bu doğrucu ve sevimli hizmetçi kız karşınızda..." "Kız kardeşinin yaşamı savaş alanına dönmüş" diye ekledi Charles. "O-o-" Wendel şiirin sonraki mısrasını düşünüyordu. "Nöbet tutar korkusuzca!" diye bitirdi Charles. Wendell kahkaha attı. "işte şiir yine kazandı!" "Oeiİ kalanlar acı çekerken" diye mırıldandı Edward. Norris tüm bunları dışlanmış birinin şiddetli huzursuzluğuyla dinledi. Sınıf arkadaşları beraberce ne kadar rahat gülüşüyorlar-dı Sadece birkaç doğaçlama mısranın, ona bu üç kişinin kendisi-nin kiyle benzerlik göstermeyen bir geçmişi paylaşmış oldukları-nı hatırlatması ne kadar da kısa sürmüştü. VVendell birdenbire doğruldu ve yağmurun içinden dışarıya göz attı. "Bu senin faytonun, değil mi Edward?" "Geç kaldı." Edward yakasını rüzgâra karşı kaldırdı. "Beyler, gidelim mi?" Norris'in üç arkadaşı verandanın basamaklarına doğru yönel-di. Edward ve Charles yağmurda su sıçratarak ilerleyip faytona hindiler. Ama Wendell durdu, omzunun üzerinden Norris'e baktı ve basamakları gerisingeri yukarı çıktı. "Sen bize katılmıyor musun?" dedi Wendell. Davet karşısında şaşırmış olan Norris, hemen cevap vermedi. V/endell Holmes'tan neredeyse bir baş uzun olsa da, bu minyon tipli adam hakkında gözünü korkutan
şeyler vardı. Bu, Wendell'ın şık takım elbisesinden, ün saldığı akıllıca konuşmalanndan daha fazlasıydı; esasmda kendisine çok güvenen tavırlarıydı. Öyle ki, hu adam onlara katılması için Norris'i davet ederken, savunma-nz yakalamıştı onu. "Wendell!" Edward faytondan seslendi. "Gidelim!" "Biz Hurricane'e gidiyoruz" dedi Holmes. "Her akşam geceyi geçirdiğimiz yer diyebilirim." Duraksadı. "Yoksa başka planların mı var?" "Çok naziksin." Norris, faytonda bekleyen iki adama baktı. "Ama Bay Kingston'ın dördüncü bir kişiyi beklediğini sanmıyorum." "Bay Kingston" dedi Wendell, kahkaha atarak, "hayatında bek-lenmedik şeyleri daha fazla yapıyor olmalı. Her neyse, seni davet eden o değil. Benim. Birkaç tek atmak için bize katılır mısın?" Norris, bardaktan boşalrrcasına yağan yağmura baktı ve Hurri-cane'de yanıyor olması neredeyse kesin olan sıcak ateşi özledi. Ondan da öte, kendisine sunulmuş olan fırsatı değerlendirip, on-ların ortamım bu aksandık paylaşabilmek için sınıf arkadaşlarına katılmaya can atıyordu. Wendell'm onu seyrettiğini hissedebili-yordu. Çoğunlukla kahkaha ışıltılanyla, alaycı sözlerle panlda-yan o gözlerdeki bakışlar, içine nüfuz eden huzursuz bakışlara dönüşmüştü. "Wendell!" Şimdi de faytondan çağıran Charles'tı, sesi öfkeyle yükselmişti. "Üzgünüm" dedi Norris. "Korkarım bu akşam başka birine sö-züm var." "Yaa?" Wendel'ın kaşları haylaz bir ifadeyle kalktı. "Çekici bir alternatif olduğuna eminim." "Üzgünüm, randevum bir bayanla değil; ne yazık ki kolayca ip-tal edebileceğim türde de değil." "Anlıyorum" dedi Wendell, anlamadığı her ne kadar çok açıksa da, çünkü gülümsemesi soğumuş, gitmek üzere arkasını dönme-ye yeltenmişti. "İstemediğimi düşünmenizi..." "Sorun değil. Başka bir zaman olur, belki." Başka bir zaman olmayacak, diye düşündü Norris, WendeH'ın sokakta koşusunu ve iki arkadaşının yanma çıkışını izlerken. Sü-rücü kırbacını vurdu ve fayton su birikintileri içinde uzaklaştı. Bi-razdan o faytonun içinde üç arkadaş arasında gerçekleşecek olan konuşmayı hayal etti. Belmont'lu bir çiftlik çocuğunun daveti ge-ri çevirme cesareti gösterdiğine inanamıyordu. Karşıcinsten bi-riyle değilse, bu kadar önceliği olan diğer randevunun ne olduğu-na dair spekülasyonlar. Değiştiremeyeceği şeye ve asla gerçek-leşmeyecek olana duyduğu öfkeyle tırabzanları sıkıca tutmuş, ve-randada duruyordu. Edward Kingston'ın faytonu, üç adamı şömineye, dedikodu ve içkiyle dolu neşeli bir akşama taşıyarak köşede gözden kaybol-du. Onlar Hurricane'de sıcacık otururken, diye düşündü Norris, ben tamamen farklı bir işle meşgul olacağım. Mümkün olabilse, yapmaktan kaçınacağım bir işle. Soğuk için kendisim hazırladı ve sonra, yağmurun içine adım atıp, tekrar dışarı çıkmadan önce, giysilerini eski giysilerle değiş-tireceği pansiyondaki odasına doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı. Aradığı yer Broad Street'te, rıhtıma yalan bir meyhaneydi. Bu-rada insan, romlarını yudumlayan şık Harvard'h öğrencilerle kar-şılaşmazdı. Öyle bir beyefendi sadece içeriye bir bakış atmak için bile olsa, ceplerini kollamasının akıllıca olduğu Black Spar gibi bir yere kazara girebilir miydi? Norris cebinde o akşam -aslında her akşam- fazla para taşımıyordu, eski püskü montu ve çamur-lu pantolonları herhangi bir olası hırsızı baştan çıkaracak tarzda değildi. Burarım daimi müşterilerinin çoğunu zaten tanıyordu ve onlar da onun meteliksiz hallerini büiyörlardı; kapıdan içeri adım atınca, ona yalnızca bir bakış yönelttiler. Yeni geleni görmek için İm bakış ve ilgisiz bakışları bardaklarına geri döndü sonra. Norris, yuvarlak yüzlü Fanny Burke'ün bardaklara bira doldur-duğu bara doğru yürüdü. Kadın, küçük, huysuz gözlerle ona bak-tı. "Geç kaldın ve onun da ruh hali berbat." "Fanny!" Müşterilerden biri bağırdı. "İçkileri bu hafta alır mıyız?" Fanny içkileri götürdü ve bardakları masalara çarptı. Parayı cebine koyarken, yavaş yavaş barın arkasına döndü. "O arka ta-rafta, arabayla birlikte" dedi Norris'e. "Seni bekliyor." Akşam yemeği yiyecek vakti olmamıştı, tezgâhın arkasında du-ran bir somun ekmeğe aç gözlerle baktı ama bir öUlim istemeye yanaşmadı. Fanny Burke hiçbir şeyi
bedavaya vermezdi, bir gülü-cüğü bile. Guruldayan mideyle, bir kapıyı itti, sandık ve çöplerle dolu karanlık bir koridordan geçip dışarı çıktı. Arka bahçe ıslak samanla at gübresi kokuyordu ve bitmek bil-meyen yağmur, yeri çamur denizine çevirmişti. Ahır sundurması-nın altından, bir at kişnedi, Norris onun yük arabasına bağlanmış olduğunu gördü. "Gelecek sefere seni beklemeyeceğim, çocuk!" Fanny'nin ko-cası Jack ahırın gölgeleri arasından belirdi. Çektiği yük arabası-nın içinde iki kürek vardı. "Para istiyorsan, söylenilen saatte bu-rada ol." Homurdanarak kendisini arabaya çekip dizginleri aldı. "Geliyor musun?" Norris, ahır fenerinin ışığında, Jack'in kendisine baktığını gö-rebiliyor, hangi göze odaklanması gerektiği konusunda sürekli yaşadığı karmaşayı tekrar yaşıyordu. Her ild gözü de farklı yön-lere bakıyordu. Herkes ona Duvar Göz Jack derdi ama kimse yü-züne karşı söylemez, buna cesaret edemezdi. Norris, Jack'in yanma tırmandı. Jack, kırbacıyla ata sabırsız bir fiske vurmadan önce, Norris'in yerine yerleşmesini bile bekleme-mişti. Bahçenin çamurları arasında ilerleyip arka kapıdan çıktılar. Yağmur şapkalarına iniyor ve küçük derecikler halinde mont-larından içeri sızıyor, ama Duvar Göz Jack bunun farkında değil-miş gibi görünüyordu. Morris'in yanında kamburunu çıkarmış bir canavar gibi oturuyor, atin adımlan her yavaşladığında dizginleri vuruyordu. "Bu kez ne kadar uzağa gideceğiz?" diye sordu Norris. "Kasabanın dışına." "Nereye?" "Önemi var mı?" Jack, öksürüp çıkardığı koca balgamı sokağa tükürdü. Hayır, önemi yoktu. Norris'in ilgilendiği kadanyla, bu gece, ne u, kadar perişan olduğunu kanıtlasa bile, basitçe dayanmak Borun-da olduğu bir geceydi. Çiftlikte ağır işler yapmaktan korkmuyor-du, hatta çok çalışmış kaslarının ağrısından memnun bile oluyor-du ama bu türden bir iş insana kâbuslar yaşatabilirdi. Normal bir insana yani. Yol arkadaşına bir göz attı ve şayet varsa, Jack Bur-ke'e neyin kâbuslar yaşatabileceğini merak etti. Yük arabası kaldırım taşlarına çarptı ve arabadaki iki kürek tıngırdadı, bu sesler, birazdan yapacakları sevimsiz işin sürekü hatırlatıcısı gibiydi. Smıf arkadaşlarım düşündü, şüphesiz o anda Hurricane'in sıcacık ortamında oturuyor, Wistar'ın Anatomisi'm çalışmak için sırayla odalarına çekilmeden önce, son bir kadeh kaldırmanın keyfini çıkarıyorlardı. O da ders çalışıyor olmayı ter-cih ederdi, ama bu okulla yapmış olduğu bir anlaşmaydı, minnet-le kabul ettiği bir anlaşma. Bunların hepsi daha büyük bir amaç içindi, diye düşündü, kürek tıngırtıları ve aklından geçen daha büyük bir amaç, datıa büyük bir amaç sözlerine ritim tutan yük arabası gıcırtıları eşliğinde Boston'dan çıkarken. "İki gün önce de bu yoldan geçtim" diyen Jack tekrar tükürdü. "Şuradaki meyhanede mola verdim." Yağan yağmurun içinden meyhaneyi işaret etti, Norris pencerelerin birinden şömine ateşi-nin ışütısmı gördü. "Oranın sahibiyle hoşça bir sohbet etmiştik." Norris hiçbir şey demeden bekledi Jack'in konuyu buraya getir-mesinin bir sebebi vardı. Bu adam amaçsız konuşmalar yapmazdı. "Kasabada, iki genç bayan ve bir erkek çocuklu, tüketimden rahatsız bir ailenin olduğunu söyledi. Hepsinin durumu çok kö-tüymüş." Kahkahaya benzer bir ses çıkardı. "Devretmeye hazır olup olmadıklarım görmek için yarın tekrar kontrol etmem ge-rek. Şans işte, bir taşla üç kuş vuracağız." Jack, Norris'e baktı. "Bunun için sana ihtiyacım olacak." Norris soğuk bir ifadeyle başmı salladı, bu adama duyduğu an-tipati birdenbire o kadar güçlenmişti ki, onunla yan yana oturma-ya zor katlanıyordu. "Ah, bunun için fazla iyi olduğunu sanıyorsun" dedi Jack. "De-ğil mi?" Norris cevap vermedi. "Benim gibilerin etrafında olmayacak kadar iyi." "Ben bunu daha büyük bir iyilik için yapıyorum." Jack kahkaha attı. "Bir çiftçiye göre biraz fazla iddialı ve bü-yük sözler. İyi bir hayatının olacağım mı sanıyorsun, ha? Büyük bir evde yaşayacağını?" "Konu bu değü."
"Öyleyse, sen daha da aptalsın. İşin içinde para yoksa konu ne olabilir ki?" Norris iç çekti. "Evet, Bay Burke, elbette siz haklısınız. Para, Uğruna çalışmaya değer tek şeydir." "Burnum seni o beyefendilerden biri mi yapacağım sanıyorsun? Seni o eğlenceli istiridye partilerine davet edeceklerini, kızlarıyla flört etmene izin vereceklerini mi?" "Artık zaman değişti. Günümüzde, isteyen herkes kendi mevki-inin üstüne yükselebilir." "Bunu bileklerini mi sanıyorsun? O Harvardlı beyefendiler mi? Seni aralarına alırlar mı sanıyorsun?" Norris, Jack'in bu fikri kabul edip etmediğini merak etti. Bir kez daha, Wendell Holmes'u, Kingston'ı ve Lackaway'i, kendi sı-nıfından insanlarla üzerlerine tam oturan kaliteli takım elbiseleri içinde kol kola otururken düşündü. Fanny Burke'ün, çaresizler üzerinde hüküm sürdürdüğü kokuşmuş krallığı olan pis Black Spar'dan çok uzak bir dünya. Bu gece ben de Hurricane'de olabi-ürdim, diye düşündü Wendell onu davet etmişti ama bunu, neza-ketinden mi, yoksa ona acıdığı için mi yapmıştı? Jack kırbacını şaklattı, araba çamur ve farelerin arasında sar-sıldı. "Hâlâ gidecek bir yol var" dedi sırıtarak ve bir kahkaha attı. "Umarım yanımdaki beyefendi yolculuğundan memnundur." Jack sonunda atı durdurmak için dizginleri çektiğinde, Nor-ris'in kıyafetleri sırılsıklam olmuştu. Kaskatı ve soğuktan titrer bir halde, yük arabasından inmeye çalışırken kaslarını zorlukla idare edebiliyordu. Ayakkabıları bileğine kadar çamura batmıştı. Jack kürekleri Norris'in eline tutuşturdu. "Hızlı bir iş çıkar." Arabadan çapalarla birlikte bir branda aldı, sonra sınlsıklam ol-muş çimlerin üzerinde yürümeye başladı. Görülmek istemediği için fenerini henüz yakmamıştı. Toprak yüzeye çıkana kadar me-zar taşlan arasında zikzaklar çizerken, yolu içgüdüleriyle bulu-yormuş gibi görünüyordu. Etrafta hiçbir işaret yoktu, sadece yağ-murla çamurlaşmış bir toprak yığıntısı. "Daha bugün gömüldü" dedi Jack, eline bir kürek alırken. "Nereden biliyordun?" "Soruştururum. Dinlerim." Mezarı incelerken nunldandı, "Başı şu tarafta olmalı" diyerek bir kürek dolusu çamuru kaldırdı. "İki hafta önce bu taraftan geçtim" dedi, çamuru hızla kenara atar-ken. "Bu kişinin öbür tarafa gitmesine az kaldığını duydum." Norris de çalışmaya başlamıştı. Her ne kadar yeni gömülmüş ve toprak henüz çökmemişse de, suyu emerek ağırlaşmıştı. Kü-rek sallamaya başlayalı henüz birkaç dakika olmuştu ama soğu-ğu hissetmez olmuştu artık. "Birisi ölür ve insanlar bunu konuşur." Jack nefes nefeseydi. "Ku-lağını yerde tut, böylece oraya girmeye kimin hazırlandığını bilirsin. Onlar tabut sipariş eder, çiçekler satın alırlar." Hızla kenara bir kü-rek çamur daha attı ve durdu, hırıltıyla soluyordu, "işin lülesi, onla-ra bu konuyla ilgilendiğini çaktıımamaktır. Yoksa şüphelenirler, kendini zor duruma düşürürsün." Yeniden kazmaya başladı ama bu sefer daha yavaştı. Norris aslan payı yaptı, küreği gittikçe daha de-rine daldırıyordu. Yağmur yağmaya ve hendeği doldurmaya devam etti. Norris'in pantolonu dizlerine kadar çamurlanmıştı. Jack kaz-mayı birkaç dakika soma tamamen bıraktı ve hendeğin dışına çı-kıp, kenarına çömeldi. Hmltısı öyle yükselmişti ki, Norris onun düş-menin eşiğine gelmediğine emin olmak için yukarı baktı. İşte bu, cimri ihtiyarın kârının her kuruşunu paylaşmaya yanaşmasının tek sebebiydi, yanında bir asistan getirmesinin tek sebebi: Artık bu işi yalnız basma yapamıyordu. Mükâfatın nereye gömüldüğünü biliyor, ama kazı yapmak için yanında bir delikanhya, bir delikanlının kas gücüne ihtiyaç duyuyordu. Jack de işte bu nedenle çömeldi ve asis-tanının çalışmasını, çukurun derinleşmesini izledi. Norris'in küreği tahtaya çarptı. "Zamanı geldi" diye homurdandı Jack. Brandanın altından fene-ri yaktı ve sonra küreğini alıp, çukurun önüne geri döndü. İki adam tabutun üzerinden çamurları temizlemek için dar alanda öyle ya-lan çalışıyordu ki, Norris, Jack'in yoğun tütün ve çürük diş kokan pis nefesi yüzünden kusacak gibi oluyordu. Bu ceset bile, diye dü-şünmüştü, bu kadar iğrenç kokamaz. Azar azar her bir çamur to-pağını temizleyip tabutun baş kısmım ortaya çıkardılar.
Jack, tabutun altına iki demir kanca tutturdu ve iplerden biri-ni Norris'e verdi. Çukurdan çıkıp ipleri çektiler, çiviler tıngırda-yıp tahta gıcırdarken, her ikisi de hırıltılı sesler çıkarıyor, iplere sürekli asılıyorlardı. Kapak aniden parçalara ayrıldı ve ip çözüle-rek Norris'i arkaüstü düşürdü. "İşte oldu! Çok iyi!" dedi Jack. Feneri çukura uzatıp tabutta ya-tana baktı. Dağılmış tabut kapağının arasından, cesedin bir kadına ait ol-duğunu görebiliyorlardı, kadının cildi mum gibi beyazdı. Saçları-nın altın sarısı lüleleri kalp şeklindeki yüzünü çevrelemişti. Yele-ğinin hemen üstünde bir demet çiçek vardı, yaprakları yağan yağ-mur altında dağılıyordu. Ne kadar güzel, diye düşündü Norris. Cennete çağrüması an meselesi olan bir melek. "Olabildiğince taze" dedi .Jack neşeyle kıkırdayarak, Kırılmış kapaklan içeri uzandı ve ellerini cesedin kollanıun altından ge-çirdi. Öyle hafifti ki, onu yardım almadan tabutun dışına sürükle-yrhiliyordu. Ama çukurdan onu yukarı kaldırırken ve brandanın •erine yatırırken zorlandı. "Elbiselerini çıkaralım." Norris birden midesinin bulandığım hissetti, hareket etmedi. "Ne? Yoksa güzel bir kıza dokunmak istemiyor musun?" Norris başmı iki yana salladı. "Daha iyisini hak ediyor." "Son çıkardığımızla sorun yaşamamıştın." "O, yaşlı bir adamdı." "Bu da bir kız. Ne fark eder?" "Aynı şey olmadığım biliyorsun!" "Tek bildiğim ikisinin de aynı paraya gittiği. Kızı soymanın çok daha eğlenceli olacağı da." Kesik kesik güldü ve bir bıçak çıkar-dı. Düğme ve kancalan çözmek için ne zamanı, ne sabn vardı, bu yüzden bıçağın keskin kısmını cesedin elbisesinin boyun kısmı-nın altına kaydırdı ve kumaşı bir uçtan öbür uca, zar gibi ipince olan kombinezonu ortaya çıkarana kadar yırttı. Eteği muntazam bir biçimde kesip, ince saten terlikleri çıkararak planını zevkle uygulamaya koydu. Norris, bu genç kadının mütevazıhğının bo-zulması karşısında dehşete düşmüş, sadece izliyordu. Jack Burke gibi bir adam tarafından şiddete uğramak! Yine de bunun yapıl-ması gerektiğini biliyordu, çünkü yasa affetmezdi. Çalınmış bir cesetle, hem de cesedin çalınmış mülkiyetinde yakalanmak yete-rince ağır bir suçtu; kızın elbisesinin bir parçası bile daha kötü suçlar için risk teşkil ediyordu. Cesedin kendisi dışında hiçbir şey almamalıydılar. Bu nedenle, Jack giysileri zalimce yırtmış, parmaklarından yüzükleri, saçlarından saten kurdeleleri çıkar-mıştı. Hepsini tabuta geri attı ve soma Nonis'e baktı. "Onu arabaya taşımaya yardım edecek misin, etmeyecek mi-sin?" diye homurdandı. Norris yerdeki çıplak cesede, mermer gibi bembeyaz olan tene baktı. Acınacak kadar zayıftı, vücudu bir çeşit uzun ve amansız bir hastalık yüzünden tükenmişti. Artık onulmaz bir haldeydi; belki ölüsünden hâlâ bir hayır gelebilirdi. "Kim var orada?" Uzaktan bir ses geldi. "Araziye izinsiz giren de kim?" Bu ses Norris'in hızla yere çökmesine neden olmuştu. Jack he-men feneri söndürüp fısudadı: "Onu sakla!" Norris cesedi açılmış mezara geri sürükledi, soma Jack'le beraber çukura girdiler. Ce-setle yüz yüze duran Norris, kalbinin kızın soğuk teninin üzerinde .itliğini hissel l.ı Hareket, etmeye cesaret edemedi. Gözcünün yak-laşan adımlarını dinledi aına tün» duyabildiği yağmurun şıpırtıları ve kendi nabzuun atışıydı. Kadın, alünda itaatkâr bir sevgüi gibi ya-tıyordu. Başka bir adam onun teninin dokunuşunu, çıplak göğsü-nün kıvrımım hissetmiş miydi hiç? rbfcsa ben ilk miydim? Sonunda başım kaldınp, çukurdan dışarıya göz gezdirmeye ce-saret eden Jack olmuştu. "Onu görmüyorum" diye fısıldadı. "Hâlâ izliyor olabilir." "Aklı başında hiçbir insan, mecbur kalmadıkça bu havada dı-şarı çıkmaz." "Peki bize ne demeli?" "Bu gece yağmur bizim dostumuz." Jack, tutulmuş eklemlerini düzleştirip ayağa kalkarken homurdandı. "Onu hemen taşısak iyi olur." Feneri tekrar yakmadılar, karanlıkta çalıştılar. Jack kızın ayak-larını kaldırırken, Norris çıplak vücudu kollaraun altından kavra-mıştı; omuzlarını çukurdan yukarı kaldırırken cesedin nemli saç-larının kollarım kapladığını hissediyordu. Bir zamanlar o san bukleleri hangi güzel kokular sarmış olursa olsun, şimdi çürüme-nin bayıltıcı kokusuyla maskelenmiş; vücudu çürümenin kaçınıl-maz yolculuğuna çoktan başlamıştı. Yakında bedeni dağıldığında ve gözleri çukurlarına gömüldüğünde güzelliği yok olacaktı. Ama şu anda o hâlâ bir melekti ve Norris onu brandanın üzerinde ko-yarken nazikçe tutmuştu.
Şimdi boş olan tabutun üzerine çamurları geri atarak çukuru hızla doldururlarken, yağmur artık çiselemeye başlamıştı. Meza-n açık bırakmak, sadece mezar soyuculann burada bulunmuş ol-duğunu, rahmetlinin bedenini kaçırdıklanm gösterirdi. Öfkeli bir soruşturma başlatma riski almak yerine, izlerini kaybettirmek için zaman harcadılar. Son toprak parçası da atılınca, bulutların loş ışığı altında, kürekleriyle yüzeyi olabildiğince düzleştirmeye çahştdar. Zamanla orada çimler bitecek, bir mezar taşı dikilecek ve onu sevenler, içinde kimsenin yatmadığı bu mezarın üzerine çiçek bırakmaya devam edeceklerdi. Cesedi brandaya sardılar ve Norris onu, gelini taşıyan damat gibi kollanna alıp taşıdı. Çok hafifti, acınası bir hafiflikteydi ve onu, daha önce ölenlerin mezar taşlannm önünden ıslak çimler boyunca taşımak çok kolay olmuştu. Onu nazikçe arabaya yer-leştirdi. Jack kürekleri dikkatlice kızın yanma attı. Ona, yanı başında üngırdayan küreklerden daha büyük bir özen gösterilmemişti; çiseleyen buz gibi yağmurun altında kasa-I)iıya dönmek İÇİn araba sürerlerken, kızın cesedi değersiz bir | uk gibi sarsılıyordu. Norris, Jack'le sohbet etmek için hiçbir se-IM'P görenüyordu, bu nedenle sessiz kaldı. Bu iğrenç adamla yol-larını ayırabilmesi için, gecenin sonunu bekliyordu sabırsızlıkla. Nehre yaklaşırlarken, yolda başka yük arabaları ve faytonlar da belirdi. Sürücüleri el sallıyor, bazen de paylaştıkları üzüntüyle il-gili dileklerini yüksek sesle dile getiriyorlardı. Dışarıya çıkmak için hiç de uygun bir akşam değil, öyle değil mi? Nasü bu ka-tlar şanslı olabildik? Sabaha kadar sağanak yağış durmaya-rak! Jack dileklere neşeyle karşılık verdi, taşımakta olduğu ya-sak yükle ilgili en ufak bir endişeyi dışa vurmuyordu. Eczanenin arkasındaki Arnavut kaldınmlı sokağa saptıkların-da Jack ıslık çalıyordu. Hiç şüphe yoktu ki, yakında cebine ataca-ğı nakit parayı bekliyordu. Kaldırım taşlarının üzerinde gürültü çıkararak durdular. Jack arabadan atlayıp, dükkâmn arka kapısı-nı çaldı. Bir süre soma kapı açıldı ve Norris çatlakların arasından parlayan bir lamba ışıltısı gördü. "Bir tane aldık" dedi Jack. Kapı daha çok açıldı ve elinde fener tutan sakallı, tıknaz bir adam belirdi. Geceliklerini erkenden giymişti. "İçeri getirin öy-leyse. Hem çenenizi de tutun." Jack taşlara tükürdü ve Norris'e döndü. "Öyleyse, hadi, getir onu buraya." Norris brandayla örtülü bedeni kaldırdı ve hole geçirdi. Elinde fener tutan adam, başıyla onaylarken Norris'le göz göze geldi. "Üst kata mı Dr. Şevvali?" diye sordu Norris. "Yolu biliyorsunuz, Bay Marshall." Evet, Norris yolu biliyordu; çünkü bu, ne bu karanlık geçide yaptığı ilk ziyaretti, ne de bu dar merdivenlerden ilk ceset taşıyı-şıydı. Son ziyaretinde, şişman vücudu, basamaklara çarpan şiş-man çıplak baldırları merdivenlerden nefes nefese ve söylenerek yukarı sürüklerken epey çabalamıştı. Bu gece, yükü çok daha ha-fif, bir çocuğun ağırlığından daha azdı. ikinci kata vardı ve karan-lıkta durdu. Dr. Sewall sıkışarak yanından geçti ve ona hol boyunca yol gösterdi; adımlan döşeme tahtalarım gıcırdatıyor, tut-tuğu fenerin alevi duvarın üzerinde dans eden gölgeler oluşturu-yordu. Norris, kıymetli malım almak için bekleyen bir masanın bulunduğu odaya çıkan son antreye gelene kadar Sewall'u izledi. Cesedi nazikçe masanın üzerine yatırdı. Jack onlan merdivenler boyunca takip etmiş ve masanın bir ucuna geçmişti, hırıltısı oda-nın sessizliğinde çoğalıyordu. Şevvali masaya gelip brandayı sıyırdı. Titreyen fener ışığında, kızın yüzü hayatın pembe sıcaklığıy-la parlıyormuş gibi görünüyordu. Islak saç uçlarından yanakla-rına doğru, parıldayan gözyaşları gibi yağmur damlacıkları sü-zülüyordu. "Evet, çok iyi durumda" diye mırıldandı Dr. Sewall, brandayı açıp, çıplak üst bedeni ortaya çıkarırken. Norris, adamın elini tut-mak ve genç kızın saflığını bozan bu saldırıyı önlemek için dürtü-lerini bastırmak zorundaydı. Jack'in gözlerindeki şehvet kıvılcım-larını, daha yakından bakmak için gösterdiği isteği tiksintiyle iz-ledi. Kızın yüzüne bakarken Norris şöyle düşünüyordu. Bu onur kırıcı durumu yaşamak zorunda kaldığın için çok üzgünüm. Sewall doğrulup, başıyla onayladı, "işe yarayacak, Bay Burke." "Biraz hoşça vakit de geçirtecek" dedi Jack sırıtarak.
"Bunu yapma sebebimiz eğlenmek değil" diye tersledi Şevvali. "Daha büyük bir amaca hizmet edecek, ilme." "Ah, elbette" dedi Jack. "Peki, benim param nerede? Size sağ-ladığım tüm bu ilim için ödeme yapmanızı talep ediyorum." Şevvali, küçük bir kese çıkartıp Jack'e uzattı. "İşte ücretin. Baş-ka bir tane daha getirdiğinde de aynısından alacaksın." "Burada sadece on beş dolar var. Yirmiye anlaşmıştık." "Bu gece Bay Marshall'ın yardımlarına ihtiyaç duydun. Beş do-lar onun eğitimi için ayrıldı. Böylece yirmi ediyor." "Ne kadar ettiğini iyi biliyorum lanet olasıca" dedi Jack, para-yı öfkeyle cebine sıkıştırırken. "Benim sağladıklarım içinse, bu hiç de yeterli sayılmaz." "Ödediğim miktardan fazlasıyla memnun kalacak başka bir mezar soyucu bulabileceğimden eminim." "Ama kimse sana bu kadar tazesini getiremez. Tüm alacağın, içi kurt kaynayan çürümüş et olacaktır." "Numune için ödediğim miktar yirmi dolar. Bir asistan kullanıp kullanmamak sana kalmış. Ancak, Bay Marshall'm yeterii bir kar-şılık almadan burada çalışacağından şüpheliyim." Jack, Norris'e küçümsercesine bir bakış fırlattı. "O benim kas gücüm, hepsi bu. Onları nerede bulacağım bilen kişi benim." "Öyleyse, benim için onları bulmaya devam et." "Ah, senin için bir tane daha bulacağım, tamam." Jack çıkmak üzere arkasını döndü. Eşikte durdu ve dönüp isteksizce Norris'e baktı. Sinirli bir sesle, "Black Spar'da, perşembe akşamı. Saat ye-dide" dedi ve dışarı çıktı. Adımları sertçe merdivenlere vurdu, soma kapının çarpılma sesi duyuldu. "Vanlını İsteyebileceğin başka biri yok mu?" diye sordu Norris "(l, lanı bir pislik." "Ama bunlar beraber çalışmak zorunda olduğumuz kişiler. Bü- ı m mezar soyucular aynıdır. Şayet yasalarımız daha bilgilendiri-ci olsaydı, onun gibi mikroplar hiç iş yapamazdı. O gün gelene ka-dar, Bay Burke gibi kişilerle iş yapmak zorundayız." Sewall masa-ya geri dönüp kıza baktı. "Hiç olmazsa, kullanılabilir kadavralar bulmayı başarıyor." "Bunun dışında herhangi bir işi memnuniyetle seçebilirim, Bay Nrvvall." "Doktor olmak istiyorsun, öyle değil mi?" "Evet ama o adamla çalışmak. Yapabileceğim başka bir şey yok mu?" "Okulumuzda kadavra tedarik etmekten daha acil bir iş bulun-muyor şu an için." Norris kıza göz gezdirdi. Sonra yumuşak bir tonla, "Kendisinin bir numune olacağını düşündüğünü hiç sanmıyorum." "Hepimiz numuneyiz, Bay Marshall. Ruhunu aldığın zaman, bü-tün vücutlar birbirinin aynıdır. Kalp, ciğerler, böbrekler. Söz ko-nusu olan bunun kadar güzel bir bayan bile olsa, derilerinin altı aynıdır. Elbette, bu kadar genç birinin ölmüş olması her zaman üzücüdür." Dr. Sewall brandayı hızla cesedin üzerine çekti, kızın incecik bedeninde yumuşak dalgalar oluştu. "Ama ölüsü, çok da-ha asil bir amaca hizmet edecek." 4 Rose, inleme seslerine uyandı. Gecenin bir vakti, Aurnia'run yatağının yanındaki sandalyede uyuyakalmıştı. Başını kaldırdı, boynu ağrıyordu, kız kardeşinin gözleri açık, acıyla kıvrandığım gördü bir anda. Rose doğruldu. "Aurnia?" "Buna daha fazla dayanamayacağım. Keşke şimdi ölebilsem." "Tatlım, böyle şeyler söyleme." "Morfin... rahat vermiyor." Rose'un bakışları aniden Aurnia'run yatak örtüsüne çevrildi; taze kan lekesinin üzerine. Ayaklarım yere vurdu korkuyla. "He-men bir hemşire bulacağım." "Bir de rahip, Rose. Lütfen." Rose koğuştan koşarak çıktı. Gaz lambalarının cılız ışıkları dalgalanıp, duvarlarda gölgeler oluşturuyordu. Kız kardeşinin ya-tağına Hemşire Robinson ve Hemşire Poole ile birlikte dönene kadar, Aurnia'nın çarşafındaki leke, gittikçe genişleyen parlak kırmızı bir alana yayılmıştı. Bayan Poole kana korkmuş gözlerle baktı ve öfkeyle diğer hemşireye seslendi: "Onu hemen ameliyat-haneye götürüyoruz!" Dr. Crouch'a haber salacak vakit yoktu; onun yerine, genç re-vir doktoru Dr. Berry hastanedeki odasından çağrıldı. Dr. Berry, dağınık san saçlan ve kan çanağına dönmüş gözleriyle, Aur-nia'nın acil olarak getirildiği ameliyathaneye
uykulu bir halde ve sendeleyerek geldi. Kanamanın şiddetini görünce rengi aniden attı. "Elimizi çabuk tutmalıyız!" deyip alet çantasını karıştırmaya başladı. "Rahmi boşaltmalıyız. Bebeği feda etmek zorunda kala-büiriz." Istıraplı bir itiraz çığlığı atan Aurnia, "Hayır, hayır, bebeğim ya-samalı!" dedi . "Yatırın onu" diye emretti doktor. "Bu acı verecek." "Rose" diye yalvardı Aurnia. "Onun bebeğimi öldürmesine izm verme!" "Bayan Connolly, odadan çıkın!" diye tersledi Agnes Poole. "Hayır, ona ihtiyacımız olacak" dedi Dr. Berry. "Hastayı tutmak için bizden iki kişi var." "Ben başladığım zaman sen ve Hemşire Robinson bile yeterli olmayabilir." Aurnia yeni bir sancı girmiş gibi kıvrandı ve inlemesi çığlığa dönüştü. "Ah, Tanrım, bu ağrı!" "Ellerini bağlayın, Bayan Poole" diye emreden Dr. Berry, Rose'a baktı. "Sen, kızım. Onun kardeşi misin?" "Evet, efendim." "Buraya gel ve onu sakinleştir. Gerektiğinde onu yatakta tut-mamıza yardım et." Rose, titreyerek yatağa yaklaştı. Kandaki demir kokusu çok yoğundu. Altındaki döşek parlak kırmızı renkle kaplanmış ve Aurnia'nın çizgi çizgi kan akan baldırları tamamen açılmıştı, ne-zaketini korumak için bulunulmuş tüm girişimler, hayatım kur-tarmak gibi daha acil bir durum adına unutulmuştu. Genç Dr. Berry'nin solgun yüzüne tek bir bakış atmak, Rose'a durumun ciddi olduğunu anlatmaya yetmişti. Doktor gençti ve böyle bir kriz için fazla genç olduğundan emindi; bıyığı üst dudağının üs-tünde belli belirsiz seçiliyordu. Ameliyat aletleri, gereken aleti aramanın telaşıyla karışıp alçak bir masanın orasma burasma sa-çılmıştı. Seçtiği alet, dış görünüşüyle sakatlamak ya da ezmek için tasarlanmışa benzeyen korkunç bir aletti. "Bebeğimi incitme" diye inledi Aurnia "Lütfen." "Çocuğunun yasanımı korumaya çalışacağım" dedi Dr. Berry. "Ama senin sürekli düz yatman gerek, bayan. Anlıyor musun?" Aurnia, başıyla güçsüz bir onaylama hareketi yaptı. İki hemşire Aurnia'nın ellerim bağlayıp, her biri hastanın bir bacağım tutacak şekilde yatağın iki tarafına geçtiler. "Sen, kızım! Omuzlarım tut." Hemşire Poole, Rose'a emretti. "Sırtım yatakta tut" Rose yatağın başucuna geçti ve ellerini Aurnia'nın omuzlarına koydu. Kardeşinin sütbeyaz yüzü ona dönüktü; uzun kızıl saçları yastığın üzerine dağılmış, yeşil gözleri korkuyla açılmış, teni ter ve korkudan parlamaya başlamıştı. Birdenbire yüzünde acı belirdi ve •II, başını yataktan kaldırıp kendisini ileri doğru atmaya yeltendi. "Hareket etmesine izin verme! Tut onu!" diye emretti Dr. Berry. O korkunç pensini alarak, Aurnia'nın bacak arasına eğildi. Rose onun ne yaptığma şahit olmak zorunda kalmayacağı için minnet-tardı. Aurnia, sanki ruhu bedeninden çekilir gibi çığlık attı. Yüzü-ne kan fışkıran genç doktor, hemen geri çekildi, gömleği kan için-de kalmıştı. Aurnia'nın başı gerisingeri yastığa düştü, nefes nefese kalmış, çığlıkları inlemeye dönüşmüştü. Bu ani sessizliğin ortasından başka bir ses yükseldi. Durmaksızın feryat eden tuhaf bir miyav-lama gibi bir ses. Çocuk. Çocuk yaşıyor! Doktor doğruldu, kollarında kan bulaşmış mavimsi teniyle ye-ni doğmuş bir kız çocuğu tutuyordu. Ağlayan bebeği hızla bir havluya sarması için Hemşire Robinson'a verdi. Rose doktorun gömleğine baktı. Ne kadar çok kan vardı. Bak-tığı her yerde - döşekte, çarşaflarda- kan görüyordu. Kardeşinin yüzüne baktı ve dudaklannm kınuldadığım gördü, ancak yeni doğmuş bebeğin feryatları arasında ne dediğini duyamıyordu. Hemşire Robinson kundağa sanlı bebeği Aurnia'nın yatağına getirdi. "İşte senin küçük kızın, Bayan Tate. Baksana, ne kadar sevimli!" Aurnia yeni kızma bakmak için çabaladı. "Margaret" diye fısüda-dı ve Rose gözyaşlarının içini aniden acıttığım hissetti. Aımelerinin adıydı bu. Keşke ilk torununu görmek için o da hayatta olsaydı. "Anlat ona" diye fısudadı Aurnia. "Eben bilmiyor."
"Ona haber verecek, buraya gelmesini sağlayacağım" dedi Rose. "Ona nerede olduğumu söylemelisin." "Nerede olduğunu biliyor." Sadece gelmeye tenezzül etmiyordu. "Çok fazla kan aktı." Dr. Berry eUerini, Aurnia'run bacak arası-na soktu. Aurnia kendinden öyle geçmişti ki, artık neredeyse hiç kıvranmıyordu. "Ama hiç plasenta kalmadığım hissedebiliyo-rum." Kirli aletlerini bir kenara kaldırdı, yere düşen büyük pensin sesi duyuldu. Ellerini Aurnia'run kanuna bastırarak, masaj yapar-casına yoğurdu. Kan, gittikçe daha da geniş bir lekeye dönüşerek çarşaflara akmaya devam etti. Başım yukarı kaldırdı, gözlerinde şiddetli bir korku okunuyordu. "Soğuk su" diye emretti. "Olabil-diğince soğuk! Komprese ihtiyacımız olacak ve ergota da!" Hemşire Robinson kundaktaki bebeği çocuk karyolasına yatır-dı ve doktorun istediklerini getirmek için koşarak odadan çıktı. "Bilmiyor" diye inledi Aurnia "Sessizce yatması flwafc!" diye emretti Dr. Berry. "Kanaması şiddetleniyor!" "Ben ölmeden, biri ona bir çocuğu olduğunu söylemeli... " Kapı hızla açıldı ve içeri Hemşire Robinson girdi, elinde bir leğen su tutuyordu. "Olabildiğince soğuttum, Dr. Berry" dedi. Doktor suya bir havlu batırdı, sıkta, hastanın kamına soğuk kompres uyguladı. "Ona ergot verin!" Beşikteki bebek daha da çok ağlamaya başlamışta, çığlıkları her nefes alışında insanın içini parçalıyordu. Hemşire Poole birden, "Tanrı aşkına, o bebeği çıkarın buradan!" diye bağırdı. Hemşire Ro-binson bebeğe uzandı ama Hemşire Poole onu azarladı: "Sen değil! Sana burada ihtiyacım var! Bebeği ona ver!" Rose'a baktı. "Yeğeni-ni al ve onu sakinleştir. Bizim kardeşinle ilgilenmemiz gerek." Rose, çığlıklar atan bebeği alıp odada isteksizce ilerledi. Bir an durup geri dönerek kardeşine baktı. Aurnia'nın dudakları şimdi daha da solgun görünüyordu, sessiz sözcükler fısıldarken, yüzün-den betinin benzinin son kalıntıları da çekiliyordu. Lütfen merhametli ol, Tanrım. Eğer bu duamı duyuyorsan, canım kardeşimin yaşamasına izin ver. Rose odadan çıktı. O kasvetli koridorda, ağlayan bebeği salla-dı ama bebek sakanleşmedi. Parmağını küçük Margaret'ın ağzına dayadı ve emmeye başlar başlamaz dişsiz damaklar kapandı. Ni-hayet, sessizlik. Soğuk bir rüzgâr karanlık geçitten geçti ve lam-balardan ikisi söndü. Sadece bir tek alev ışıldıyordu. Canı kadar sevdiği tek canı ondan ayıran kapalı kapıya baktı uzun uzun. Hayır, artık seveceğim bir kişi daha var, diye düşündü, bebek Margaret'a bakarak. Sen. Rose, tek lambanın titrek ışığı altında, bebeğin solgun ve ince saçlarına baktı. Gözkapaklan, doğum acıları yüzünden hâlâ şiş şişti. Beş küçük parmağı inceledi ve elin kusursuz bombesine hayran kaldı, bu güzelliği gölgeleyen tek şey, bilek kısmındaki kalp şekilli çileğe benzer lekeydi. İşte, yepyeni bir hayat böyle başlıyor, diye düşündü, uyuyan çocuğa bakarken. Öyle al al, öyle sıcak. Elini bebeğin küçük göğsüne koydu ve battaniyenin altın-dan bir kuşunki kadar hızlı atan kalp atışlarım hissetti. Ne tatlı bir kız çocuğu, diye düşündü. Benim küçük Meggie'm. Kapı, holü ışıkla doldurarak birdenbire açıldı. Hemşire Poole odadan çıktı, arkasından kapıyı kapattı. Durdu, sanki onu burada gördüğüne şaşırmış gibi Rose'a baktı. En kötü haberi duymaktan korkan Rose, "Kız kardeşim?" diye sordu. it "Hâlâ yaşıyor." "Peki ya durumu nasıl? O... " "Kanama durdu, sana tüm söyleyebileceğim bu" diyen Hemşi-re Pool onu tersledi. "Şimdi bebeği koğuşa götür. Orası daha sı-cak. Bu hol yeni doğan bir bebek için fazla cereyanlı." Dönüp aceleyle koridordan çıktı. Rose ürpertiyle Meggie'ye bakıp şöyle düşündü: Evet, burası senin için çok soğuk, zavallı şey. Bebeği tekrar koğuşa götürdü ve Aurnia'nın boş yatağının yanındaki eski sandalyeye oturdu. Gece ilerlerken, bebek kollarında uykuya dalmıştı. Rüzgâr pen-cereleri takırdatıyor, camlara sulusepken vuruyordu ama Aur-nia'nın durumuna ilişkin hiçbir haber yoktu.
Dışarıdan, Arnavut kaldırımh sokağın üzerinde ilerleyen teker-leklerin gürültüsü duyuldu. Rose pencereye doğru ilerledi. Bah-çede bir at ve fayton duruyor, tente sürücüsünün yüzünü gizliyor-du. At birdenbire huylanıp kişnedi, toynakları kaçıp gitmek ister-cesine öfkeli hareket ediyordu. Birkaç saniye soma Rose hayva-nın korkma sebebini anladı: Bahçeyi koşarak geçen büyük bir köpek ve yağmurdan parıldayan sokak taşlan boyunca amaçsız-ca hareket eden bir siluet. "Bayan Connolly." Rose irkilerek Agnes Poole'a döndü. Kadın koğuşa öyle sessiz girmişti ki, onun yaklaştığını kendisi bile fark etmemişti. "Bebeği bana verin." "Ama çok sessiz uyuyor" dedi Rose. "Kardeşiniz muhtemelen bebeğe annelik yapamayacak. Çok za-yıf düşmüş. Ben, diğer düzenlemeleri yapma işini üzerime aldım." "Hangi düzenlemeleri?" "Çocuğu almak için bebek bakımevinden geldiler. Ona bir sü-tanne bulacaklar. Aynca, hepsinden önemlisi, güzel bir ev de." Rose, duyduklanna inanamayarak Hemşire Poole'a bakıyordu. "Ama öksüz değil! Onun bir annesi var!" "Muhtemelen yaşamayacak olan bir anne." Hemşire Poole kol-larını uzattı, elleri kaba birer pençeyi andınyordu. "Onu bana ver. Bu, bebeğin iyiliği için. Sen ona bakamazsm." "Onun babası da var. Ona hiç sormadın." "Nasü sorabilkdim? Lütfedip buraya kadar bile gelmedi." "Aurnia bunu kabul etti mi? Onunla konuşmama izin ver." "Bilinci yerinde değil. Bir şey söyleyemez." "O zaman onun adına ben konuşacağım. Bu benim yeğenim, Bayan Poole, benim kendi ailemden." Rose bebeğe daha sıkı sa- fildi. "Onu bir yabancıya vermeyeceğim.'' Agnes Poole'un yüzü öfkeyle kasılmıştı. Bebeği Rose'un kolla-ı Bldan çekip almaya hazır göründüğü tehlikeli bir andı. Onun ye-rine, dönüp odadan çıktı, eteği her adımda sağa sola sallanıyor-du Bir kapı çarpüarak kapandı. Dışarıda, bahçenin içinde atın toynakları taşların üzerinde öf-keyle takırdıyordu. Rose pencereye geri döndü ve Agnes Poole'un patikanın gölge-leri arasında belirişini ve içindekiyle konuşmak için beklemekte okuı faytona doğru ilerleyişini izledi. Bir süre soma sürücü kırba-cını şıklattı ve at ileri doğru atıldı. Araba ana kapıdan uzaklaşır-ken, Agnes Poole tek basma kalmıştı, silueti bahçenin parıldayan kışlarına yansıyordu. Rose kollarındaki bebeğe baktı ve uyuyan yüzde sevgili kız kardeşinin etten kemikten bir nünyatürünü gördü. Seni benden kimse alamaz. En azından ben nefes aldıkça.
Şimdiki zaman "O kadar kısa bir notun üzerine beni kabul ettiğiniz için teşek-kürler, Dr. Isles." Julia, adli tabipler ofisinde bir sandalyeye otur-du. Yaz ateşinden buz gibi binaya girmişti dosdoğru ve şimdi, bu soğuk atmosferde evindeymiş gibi görünen, masanın çaprazında-ki bir kadına bakıyordu. Duvardaki çerçevelenmiş çiçek resimle-ri hariç, Maura Isles'm ofisi tam anlamıyla bir çalışma yeriydi: dosyalar, ders kitapları, bir mikroskop ve son derece düzenli bir masa. Julia sandalyedeki oturma biçimim rahatsız olmuş gibi de-ğiştirdi, bu anda, mikroskop altında olan kendisiymiş gibi hisset-mişti. "Muhtemelen benimki gibi ricalarla fazla karşılaşmıyorsu-nuzdur ama gerçekten bilmem gerekiyor. Kendi iç huzurum için." "Konuşmanız gereken kişi Dr. Petrie" dedi Isles. "iskelet, adli antropoloji vakasıdır." "Ben buraya iskelet için gelmedim. Dr. Petrie ile zaten konuş-tum. Bana söyleyecek yeni bir şeyi yoktu." "O zaman ben size nasü yardımcı olabilirim?" "O evi aldığımda, emlakçı bana evin önceki sahibinin o evde ölmüş yaşlı bir kadın olduğunu söylemişti. Herkes bunun doğal bir ölüm olduğunu varsaymış. Ama yan komşum birkaç gün önce bu bölgede birçok hırsızlık vakasının olduğunu söyledi. Geçen sene, bir adamın evleri gözetler gibi yolda bir aşağı bir yukarı ara-ba kullandığı da görülmüş. Şimdi beni endişelendiren şey..."
"Bunun doğal bir ölüm olup olmadığı mı?" dedi Isles açıksöz-lülükle. "Sormak istediğin bu, değil mi?" Juha adli tabiple göz göze geldi. "Evet." "Ne yazık ki, o otopsiyi ben yapmadım." "Ama bir yerlerde bir rapor var, değil mi? Bu bir ölüm sebebi olurdu, öyle değil mi?" "Merhumun adını bilmem gerekir." "Men biliyorum." Julia çantasına uzandı, bir tomar fotokopi çı-kımı) Isles'a uzattı, "işte yerel gazetede yayımlanmış ölüm ilanı. Adı Hilda Chamblett'miş. Bunlar da onun hakkında bulabildiğim kupürler." "Demek ki bunu zaten araştırıyordun." "Aklıma takümıştı." Julia utangaç bir kahkaha attı. "Ayrıca, ar-ka bahçemdeki o eski iskelet duruyor, iki farklı kadının orada ol-muş olması beni biraz huzursuz ediyor." "En az yüz yü arayla." "Geçen yıl beni huzursuz etmeye başladı. Özellikle komşumun hırsızlıklar hakkında söylediklerinden soma." Isles başını öne doğru salladı. "Sanırım benim de canımı sıkar-dı. Raporu bulayım." Ofisten çıktı ve bir süre soma elinde dos-yayla geri döndü. "Otopsiyi Dr. Costas yapmış" dedi masasına otururken. "Chamblett, Hilda, doksan iki yaşmda, Weston mali-kânesinin arka bahçesinde, uzakta yaşayan ve üç haftadır ziyaret etmeyen ailesinden biri bulmuş onu. Ölüm saati bu yüzden belli değil." Isles yeni bir sayfa çevirip durdu. "Fotoğraflar pek hoş de-ğil" dedi. "Bunları görmene gerek yok." Julia yutkundu. "Evet, gerek yok. Belki bana sadece sonuçlan okuyabiürsiniz, değil mi?" Isles özete döndü ve bakışlarını yukan çevirdi. "Bunu duymak istediğinden emin misin?" Julia'mn başıyla onaylaması üzerine, Isles tekrar yüksek sesle okumaya başladı. " 'Vücut sırtüstü yatar pozisyonda bulundu. Etrafı, sadece birkaç metre öteden görün-mesini engelleyen uzun çimler ve otlarla kaplıydı...'" Benim uğraştığım otların aynısı, diye düşündü Julia Ben de, Hû-da Chamblett'in vücudunu gizlemiş olan aynı otlan kopanyorum " 'Açık yüzeylerde sağlam kalmış herhangi bir deri ya da yumu-şak doku parçasına rastlanmadı. Kolsuz bir elbiseden ibaret oldu-ğu görülen giysinin parçalan üst bedenin muhtelif yerlerine yapış-mışta. Boyunda servikal vertebra açıkça görülebiliyordu ve yumu-şak doku kaybı vardı, ince ve kaim bağırsaklar büyük oranda ek-sikti ve geriye kalan akciğerler, karaciğer ve dalakta tırtıklı kenar-ların oluşturduğu kusurlar görüldü. Tüy gibi yumuşak olması nede-niyle, ince şeritler halindeki ip görünümlü bölümlerin sinir ve kas lifleri olduğu varsayüdı, bunlara tüm uzuvların eklem bölgelerinde rastlandı. Kafatası, kaburgalar ve uzuv kemikleri de dahil olmak üzere, kemik zarında da benzer yumuşak şeritlere rastlandı. Cese-din etrafında kuşlara ait bol miktarda bulgular saptandı.'" Isles yukarı baktı. " 'Kargaların neden olduğu varsayılıyor'" Julia ona dik dik baktı. "Bunu kargaların yaptığını mı söylü-yorsun?" "Bu bulgular, leş yiyen kargaların tipik özellikleridir. Kuşların genellikle ölüm sonrası hasara neden oldukları bilinir. Küçük, se-vimli ötücü kuşlar bile bir cesetle karşdaştıklannda derisini gaga-larlar. Kargalar çok daha büyük ve etoburdurlar, böylece bir ce-sedi hızla iskelete dönüştürebilirler. Tüm yumuşak dokuları yer, bitirirler, ancak sinir liflerini ya da bağlan tam anlamıyla kopara-mazlar. Bu lifler eklemlere yapışık olarak kalır, tekrarlanan gaga-lama ise o bölgelerde aşınmalara neden olur. Bu nedenle Dr. Cos-tas bu lifleri tüy gibi yumuşak olarak tanımladı; çünkü kargala-rın gagalarrnca tamamen kıyünuşlardı." Isles dosyayı kapattı, "iş-te rapor böyle." "Bana ölüm sebebini söylemediniz." "Çünkü bu belirlenememiş. Üç hafta sonrasında, leş yiyicilerin verdiği hasar ve çürüme çok fazlaymış." "Yani bir fikriniz yok mu?" "Doksan iki yaşındaydı. Sıcak bir yazdı ve bahçede yalnızdı. Bir kalp sorunu yaşadığını düşünmek mantıklı olurdu." "Ama emin olamıyorsunuz." "Hayır, olamıyoruz." "Öyleyse, bu acaba... "
"Cinayet olabilir mi?" Isles doğrudan ona baktı. "Yalnız yaşıyordu. Savunmasızdı." "Burada eve verilen herhangi bir rahatsızlıktan söz ecülmiyor. Hırsızlık işareti yok." "Belki katilin amacı hırsızlık yapmak değildi. Belki de sadece onunla ilgileniyordu. Ona yapabilecekleriyle." Isles kısık sesle: "inan bana, ne düşündüğünü anlamıyorum. Neden korktuğunu da. Mesleğim icabı, insanların diğer insanlara neler yapabileceklerini gördüm, insanın ne olduğunu, hayvanlar-dan daha iyi bir yanımızın olup olmadığını sorgulamama neden olan korkunç şeyler. Ama bu vaka, bende herhangi bir şüphe uyandırmadı. Olağan olan olağandır ve kendi bahçesinde ölü bu-lunmuş olan doksan iki yaşındaki bu kadının durumunda, cinayet akla gelecek ilk şey değildir" dedi ve Isles Julia'ya bir an dikkat-le baktı. "Cevabımın tatmin etmediğim görebiliyorum." Julia iç çekti. "Ne düşüneceğimi bilmiyorum. Bu evi satın al-mış olduğum için üzgünüm. Taşındığımdan beri bir rahat uyku uyuyamadım." *Blirada çok uzun zamandır yasamıyorsun. Yeni bir yere taşın ıııuk streslidir. Alışmak için kendine biraz zaman ver. Her zaman im alışma dönemi geçirilir." "Rüyalar görüyorum" dedi Julia. Isles etldlenmiş gibi görünmüyordu, neden etkilensin ki? Bu, inlin bir şekilde ölü bedenleri kesip açan, çoğu insana kâbuslar yaşatacak olan bir kariyer seçmiş bir kadındı. "Ne tür rüyalar?" "Oç hafta oldu ve neredeyse her gün görüyorum. Geçer diye umuyor ve sadece bahçemdeki kemikleri bulmuş olmanın şoku yüzünden olduğunu düşünmek istiyorum." "Bu da herkese kâbuslar gördürebilecek bir şey." "Ben hayaletlere inanmam. Gerçekten inanmıyorum. Ama san-ki benimle konuşmaya çalışıyor. Bir şey yapmamı istiyor." "Ev sahibesi merhume mi? Yoksa iskelet mi?" "Bilmiyorum. Birisi." Isles'ın yüzü ifadesizdi. Julia'mn aklım kaçırdığına inanıyorsa da, yüzü belli etmiyordu bunu. Ama sözleri, konu hakkında dü-şündüğünü gösteriyordu. "Sana bu konuda yardım edebüeceğim-den emin değilim. Ben sadece bir patologum ve profesyonel gö-rüşümü söyledim." "Sizin profesyonel görüşünüze göre, cinayet hâlâ bir olasılık, öyle değil mi?" diye ısrar etti Julia. "Bunu inkâr edemezsiniz." Isles tereddüt etti. "Hayır." Sonunda kabul etti. "Edemem." O gece Julia rüyasında kargalar gördü. Yüzlerce karga kuru bir ağaca tünemiş, san gözleriyle ona bakıyor, bekliyordu. Kargaların çirkin sesleriyle korkarak uyanmış ve gözlerini açık perdeli penceresinden giren sabah ışığıyla açmıştı. Bir çift siyah kanat, gökyüzünden dönen bir tırpan gibi süzülerek geçti. Soma bir tane daha. Julia yataktan çıkıp pencereye doğru gitti. Konduklan meşe ağacı, rüyasındaki gibi kurumuş değildi, hat-ta yazın verimli zamanında yapraklan yeniden filizlenmişti. Yak-laşık iki düzine karga, bir çeşit kargagüler kongresi için orada bir araya gelmiş gibiydi ve dallar arasındaki tuhaf siyah meyvelere benzeyerek oraya yerleşmiş, ötüşüp, parlak tüylerini hışırdatı-yorlardı. Onlan daha önce de bu ağaçta görmüştü; geçen yaz Hil-da Chamblett'in cesedi üzerinde ziyafet verenlerin, keskin gagalarıyla didikleyip, arkalannda kayış gibi sinir ve bağ lifleri bıra-kanların da aynı kuşlar olduğundan hiç şüphesi yoktu, işte yine buradaydılar, başka bir et kokusu anyorlardı. Julia'mn onlan sey-rettiğini biliyor ve sanki sadece an meselesi olduğunu bilir gibi, onlar da ürkütücü zekalarıyla onu izliyorlardı Julia arkasını dönüp şöyle düşündü: Bu pencereye perde tak-malı. Mutfakta kendisine kahve yaptı ve tereyağlı reçelli kızarmış ekmek hazırladı. Dışarıda, sabah sisi kalkmaya başlıyordu, gün güneşli olacaktı. Başka bir gübre daha sermek ve derenin yanı başındaki çiçek yatağında bulunan başka bir turba yosunu yuma-ğım daha kazımak için iyi bir gündü. Her ne kadar önceki akşam banyonun fayanslarım döşediği için sırtı hâlâ ağrıyorsa da, bu gü-zel havada tek bir günü bile boşa harcamak istemiyordu. İnsan ömründe, sadece sınırlı sayıda ekin ekme mevsimi oluyor, diye düşündü ve yaz bittiği zaman, onu asla geri getiremezsin. Zaten çok sayıda yazı boşa harcamıştı. Bu yaz artık bana ait.
Dışarıda, kuş ve kanat seslerinden oluşma bir gürültü vardı. Pencereden dışarı baktı ve kargaların birden dağınık bir halde havaya yükselip, dört bir yana kanat çırparak uzaklaştıklarını gördü. Sonra, bahçesinin dereye yakın olan uç köşesine baktı ve kargaların neden bu kadar ansızın uçtuklarım anladı. Bir adam Julia'mn evinin sınırında durmuş, evini inceliyordu dikkatle. Kendisini göremesin diye hızla geri çekildi. Yavaşça pencereye doğru tekrar ilerledi ve dışarıya göz gezdirdi: Adam zayıf ve es-merdi, sabah ayazma karşı kot pantolon ve kahverengi kazak giy-mişti. Sis, bacaklarının etrafından dalgalanarak çimlerin üzerin-de yükseliyordu. Benim mülküme izinsiz girmek mi, diye düşün-dü Julia, hemen polisi arayacağım. Adam eve doğru iki adım attı. Julia mutfak boyunca koşup telsiz telefonu aldı. Pencereye hızla geri dönerek, adamın nerede olduğunu görmeye çalıştı ama artık onu göremiyordu. Sonra, bir şey mutfak kapısını tırmaladı, öyle korkmuştu ki, neredeyse telefonu elinden düşürüyordu. Ki-litli, değil mi? Geçen gece kapıyı kilitlemiştim, değil mi? 911'i tuşladı. "McCoy!" diye bir ses duyuldu. "Haydi oğlum, uzak dm oradan!" Tekrar pencereden dışarı bakarak, adamın uzun otların arka-sından birden çıktığını gördü. Verandası boyunca bir şeyin fıkır-dadığım duydu, sonra san bir Labrador belirdi ve bahçeyi geçe-rek adama doğru ilerledi. "Acil durum operatörü." Julia telefona doğru baktı. Aman Tanrım, ne kadar aptaldı. "Üzgünüm" dedi. "Sizi yanlışlıkla aradım." "Her şey yolunda mı bayan? Emin misiniz?" "Evet, çok iyiyim. Kazayla hızlı aramaya basmışım. Teşekkür-le! ." Telefonu kapadı ve tekrar dışarı baktı. Adam, köpeğin yaka•.ına tasma kayışım iliştirmek için öne eğilmişti. Doğrulurken ba-kışları pencerenin arkasındaki Julia'nın bakışlarıyla karşılaştı. Adam el salladı. .Julia mutfak kapışım açıp avluya doğru ilerledi. "Özür dilerim!" dedi adam. "Arazinize izinsiz girmek istememiş-tim ama köpeğim kaçtı. Hûda'nın hâlâ burada yaşadığım sanıyor." "Daha önceden burada bulundu mu?" "Ah, evet. Onun için her zaman bir kutu köpek bisküvisi saklardı." Bir kahkaha atan adam, "McCoy beleş bir öğünü asla unut-maz" dedi. Adama doğru yokuş aşağı üerledi. Artık ondan korkmuyordu. Bir ırz düşmanının ya da katilin böyle dost canlısı bir hayvanla ar-kadaş olabileceğini düşünemiyordu. Julia yaklaşırken, köpek onunla arkadaş olmak istercesine kayışın etrafında dans ediyordu. "Siz evin yeni sahibesisiniz, yanılıyor muyum?" "Julia Hamili." "Tom Page. Ben yolun aşağısında oturuyorum." Julia'nın elini sıkmaya yeltendi, sonra elinde tutmakta olduğu naylon torbayı hatırladı ve çekingen bir kahkaha attı. "Tüh. Köpek pisliği. Arka-sından toplamaya çalışıyordum." O yüzden çimlere çömelmişti demek, diye düşündü Julia. Kö-peğinin pisliğini temizliyordu. Köpek sabırsızca havladı ve Julia'nın dikkatini çekmek için ön ayakları üzerinde yukarı sıçradı. "McCoy! Aşağı, oğlum!" Tom tasmanın kayışını hızla aşağı çek-ti, köpek isteksizce itaat etti. "McCoy, gerçek McCoy'daki gibi mi?" diye sordu Julia. "Aa, hayır. Dr. McCoy'daki gibi." "Ah. Star Trek." Tom mahcup bir gülücük attı. "Sanırım bana eskiyi hatırlatıyor. Bu günlerde Dr. McCoy'u hiç duymamış bir sürü çocuğun olması çok korkunç. Kendimi yaşlı hissetmeme neden oluyor." Ama kesinlikle yaşlı değildi, diye düşündü Julia. Kırklı yaşları-nın başında olmalı. Mutfak penceresinden baktığında, adamın saçları siyahmış gibi görünüyordu, ona daha yakın olduğu şu an-daysa, saçlarının arasındaki gri telleri ve nazik kırışıklıklarla çev-relenmiş, sabah güneşiyle kısılmış siyah gözlerini görebiliyordu. "Birinin Hûda'nın evini sonunda satın almasına sevindim" dedi , f. adam eve bakarak. "Bir süredir orada çok yalnız görünüyordu." "Ev çok kötü bir halde."
"Çünkü pek iyi bakamadı. Bu avlu onun için fazla büyüktü ama toprağa acayip düşkündü, başka birinin orada çalışmasına asla izin vermezdi." Kemiklerin çıkarılmış olduğu toprak parçasına doğru baktı, "izin vermiş olsaydı, o iskeleti uzun zaman önce bu-labilirlerdi." "Yani olanlardan haberiniz var." "Tüm komşuların var. Onların kazı yapmalarım izlemek için bir-kaç hafta önce buraya gelmiştim. Bahçenize tam bir ekip gelmişti." "Ben sizi görmedim." "Çok fazla meraklı olduğumu düşünmenizi istememiştim. Ama merak da etmiştim." Julia'ya baktı, o kadar doğrudan bakıyordu ki, Julia rahatsız oldu. Bakışları beyninin her kıvrımım inceliyor-muş gibiydi. "Komşulardan memnun musun?" diye sordu. "İske-letler hariç." Julia sabah ayazında ellerini göğsüne doladı. "Bilmiyorum." "Henüz karar vermedin mi?" "Demek istediğim, Weston'ı seviyorum ama kemiklerden biraz ürktüm. Onca yd burada gömülü olduğunu bilmek, kendimi..." Omuzlarım silkü. "Sanırım yalnız hissetmeme neden oluyor." Meza-rın olduğu yere doğru baktı. "Keşke kim olduğunu büebilseydim" "Üniversitedekiler söylemedüer mi bunu?" "Onlar, mezarın on dokuzuncu yüzyılın başlarına ait olduğunu düşünüyorlar. Kafatası iki yerden lanlmış ve özensizce gömülmüş. Sadece bir hayvan postuna sarılmış ve tören büe yapılmadan çuku-ra atılmış. Sanki onu yok etmek için acele etmişler gibi." "Kırık bir kafatası ve hızlı bir defin mi? Bana iğrenç bir cina-yet işlenmiş gibi geliyor." Julia ona baktı. "Ben de öyle düşünü-yorum." Bir an sessiz kaldılar. Sis artık neredeyse kaybolmuş, kuşlar ağaçlarda cıvıldamaya başlamıştı. Bu kuşlar karga değildi, ötücü kuşlar daldan dala bir zarafetle uçuşuyorlardı. Tuhaf, diye düşün-dü Julia, kargalar nasıl böyle hızla kaybolmuştu. "Şu çalan senin telefonun mu?" diye sordu Tom. Sesin farkına bir anda varan Julia eve doğru baktı. "Açsam iyi olacak." "Seninle tanıştığıma memnun oldum!" diye seslendi Tom, Julia verandaya çıkan merdivenlerden koşarken. Mutfağa girdiğinde, Tom arkasından isteksizce gelen McCoy üe birlikte ilerliyordu. Julia onun soyadını çoktan unutmuştu büe. Alyans takıyor muyılıı .-icaba? Telefondaki Vicky'ydi. "Peki, en son Ev Düzenleme ile ilgili ne yaptın?" diye sordu. "Geçen akşam banyonun fayanslarım döşedim." Julia'nın ba-kışları hâlâ bahçesinde, Tom'un kahverengi kazağının ağaçların altındaki gölgeler arasında belirsizleştiği yerdeydi. O eski kazak onun favorisi olmalı, diye düşündü. Kimse öyle eski püskü bir şe-yi giyip insan içine çıkmazdı, tabu onunla arasında duygusal bir lıağ yoksa. Bu da onu bir şekilde daha çekici hale getiriyordu. Onu ve köpeğini. "... ve ben tekrar flört etmeye başlaman gerektiğini düşünüyorum. " Julia'nın dikkati tekrar Vicky'ye yoğunlaştı. "Ne?" "İlk buluşmalar hakkında neler hissettiğini biliyorum ama bu çocuk gerçekten hoş birine benziyor." "Artık avukatlarla işim olmaz, Vicky." "Hepsi Richard gibi değildir. Bazıları, henüz edindiğim bir bilgiye göre, 'Morgan Stanley'de kodaman bir babası olan ko-koş Tiffani yerine gerçek kadınları tercih eder. Büyük, gösteriş-li bir düğün yapacağına hiç şüphem yok." "Vicky, bu detayları duymaya gerçekten ihtiyacım yok." "Sanırım biri babasının kulağına, küçük kızarım evlenmekte ol-duğu adamın ne tür bir sefil olduğunu söylemeli." "Gitmem gerek. Bahçedeydim, ellerim kirli. Seni sonra ara-rım." Telefonu kapadı ve bu küçük beyaz yalan için kendisini suç-lu hissetti hemen. Ama Richard'ın adının geçmesi büe gününü mahvetmeye yetmişti; artık ondan bahsetmek istemiyordu. Bu-nun yerine, gübreleme işi yapmayı tercih ederdi. Bir bahçe eldiveni üe şapka aldı, avluya geri dönüp dere kena-rına göz gezdirdi. Kahverengi kazaklı Tom artık görünmüyordu, birdenbire hayal kınkhğma uğradığım hissetti. Bir adam tara
fından daha yeni terk edildin. Kalbinin tekrar ktrümasvnı bu kadar çok mu istiyorsun? Kürekle el arabasını topladı ve yokuş-tan aşağı, tekrar canlandırmaya çalıştığı çiçekliğe doğru sürdü. Araba ve kürek çimler arasında tıkırdarken, yaşlı Hilda Chamb-lett'in bu otlarla kaplı patikadan kaç kere geçtiğini merak etti; Ju-lia'mnki gibi bir şapka takıp takmadığım, ötücü kuşlara bakmak için burada durup durmadığını, meşe ağacındaki o bükülmüş da-lı fark edip etmediğini... O temmuz gününün, dünya üzerindeki son günü olacağım biliyor muydu? O gece, hellim peynirli sandviç ve donıal.es em hasından daha fazlasını pişiremeyecek kadar yorgundu. Hilda Chamblett hak-kındaki fotokopisi çekilmiş haber kupürlerinin önünde yayılı durduğu mutfak masasının üzerinde yemek yiyordu. Makaleler kısaydı, sadece yaşlı bir kadının evinin arka bahçesinde ölü bu-lunduğunu ve cinayetten şüphelenilmediğini yazıyordu. Doksan iki yaşmdaysan, zaten fazla ömrün kalmamış demektir. Komşula-rından biri, bir yaz günü kendi bahçende ölmekten daha iyi bir ölüm var mıdır, demişti. Ölüm haberim okudu: VVeston, Massachusettes'de bir ömür boyu yaşamış olan Hilda Chamblett, 25 temmuzda evinin arka bahçesinde ölü bulundu. Adli ta-biblik, ölümü "büyük olasılıkla doğal sebepler yüzünden" biçiminde ta-nımladı. Geçen yirmi yıl boyunca dul olan kadın, bahçecilikle ilgili çev-relerce tanınan biriydi ve süsen ile güllere olan düşkünlüğüyle hevesli bir bahçe kadını olarak tanınıyordu. Yeğeninin iki kızı ve iki oğluna ila-veten, Islesboro, Maine'de yaşayan kuzeni Henry Page ve Roanoke, Virginia'da yaşayan yeğeni Rachel Surrey tarafından bakuryordu. Çalan telefon domates çorbasım sayfaya sıçratmasına neden oldu. Kesin yine Vicky'dir, diye düşündü, muhtemelen neden onu geri aramadığım merak ediyordu. Canı Vicky ile konuşmak; Ric-hard'ın nikâhı ile ilgili bir sürü plan dinlemek istemiyordu. Ama şimdi telefonu açmazsa, Vicky tekrar tekrar arayıp dururdu. Julia ahizeyi kaldırdı. "Alo?" Yaşlıca bir adam sesi, "Julia Hamill'le mi görüşüyorum?" dedi. "Evet, benim." "Öyleyse siz, Hilda'nm evini satın alan kişisiniz." Julia kaşlarını çattı. "Siz kimsiniz?" "Henry Page. Ben Hilda'nm kuzeniyim. Bahçesinde eskiden kalmış bazı kemikler bulduğunuzu duydum." Julia mutfak masasma geri döndü ve ölüm haberim hızla göz-den geçirdi. Domates çorbası tam da Hûda'nın mirasçılarının bu-lunduğu paragrafın üzerine sıçramıştı. Lekeyi hızla eliyle silip, is-mi buldu. Islesboro, Maine'de yaşayan kuzeni Henry Page... "O kemikler ugimi çekti" dedi. "Gördüğünüz üzere, aile geçmi-şimizi önemsiyorum." Homurdanarak ekledi, "Çünkü lanet olası-ca başka kimse buna önem vermiyor." "Kemiklerle ilgili ne söyleyebilirsiniz bana?" diye sordu Julia. "Hiçbir şey." Öyleyse niye. arıyorsun? "Konuyu araştırıyorum" dedi adam. "Hilda öldüğü zaman, ar-dında eski kâğıt ve kitaplardan oluşan otuz kadar koli bıraktı. Kimse onları almak istemedi, bu yüzden bana kaldılar. Kabul edi-yı ırum, onları bir kenara attım ve geçen sene boyunca da hiç bak-madım. Ama sonra sizin şu gizemli kemikleri duydum ve bu ku-tularda onlarla ilgili herhangi bir şey olabilir mi diye merak et-tim." Duraksadı. "Bunların hepsi senin ilgini çekiyor mu, yoksa çenemi kapayıp hoşça kal mı demeliyim?" "Dinliyorum." "Akrabalarımın yaptıkları bununla da kalmıyor. Kimse artık geçmişi önemsemiyor. Hep yeni ve taze olana karşı bir telaş, te-laş, telaş içindeler." "Şu kutulardan bahsediyordunuz, Bay Page." "Ah, evet. Tarihi önemi olan bazı ilginç dokümanla karşılaştım. O kemiklerin sahibiyle ilgili bir ipucu bulup bulmadığımı merak ediyorum." "Bu dokümanlar arasında neler var?"
"Mektuplar ve gazeteler. Hepsi burada, evimde. İstediğiniz za-man Maine'e gelip, onlara bakabilirsiniz." "Son derece uzun bir mesafe, öyle değil mi?" "Gerçekten ilgileniyorsanız, değil. Bu yolun ya da başka bir yolun benim için önemi yok. Ama konu, sizin eviniz ve bir zamanlar orada yaşamış olan insanlar olunca, geçmişini ilginç bulabüirsi-niz diye düşündüm. Hikâye biraz tuhaf görünüyor ama burada bunu doğrulayan bir gazete yazısı var." "Hangi yazı?" "Bir kadının vahşice öldürülmesiyle ilgili bir yazı." "Nerede? Ne zaman?" "Boston'da. 1830 sonbaharında yaşanmış. Şayet Maine'e gelir-seniz, Bayan Hamili, dokümanları kendiniz okuyabilirsiniz. Oli-ver Wendell Holmes ile Batı Yakası Canavarı'nın tuhaf ilişkisi hakkındaki yazılan." 6 1830 Rose, kasım ayazından korunmak için, şalım sıkıca basma sa-rıp, dışarı çıktı. Bebek Meggie'yi, koğuştaki yeni annelerden biri-nin memesini iştahla emerken bırakmıştı. Bu akşam, son iki gün-dür hastaneden ük kez çıkıyordu. Gece ve sis nedeniyle nemle-nen havayı huzurla içine çekti, kısa bir süreliğine de olsa hasta odalarının kötü kokusundan, acılı inlemelerden uzaklaştığı için minnettardı. Hastalığın mikroplu havasım ciğerlerinden temizlemek için derin derin nefes alarak sokakta duruyor ve sisler ara-sında geçen bir at arabasının tmgırtısım dinlerken nehri ve deni-zi kokluyordu. Ölüm döşeğinde olanlar arasında öyle çok kaldım ki, diye düşündü, yaşayanların arasında yürümenin nasü bir şey olduğunu unuttum. Kemikleri donduran sisin arasından hızla yürüdü, rıhtıma çıkan kalabalık sokaklarda dolaşırken, adım sesleri tuğla ve harçlar ara-sından yankılanıyordu. Bu konukseverlikten uzak gecede, birkaç sokak daha geçti ve sanki düşmanca emelleriyle ona dikkatlice bakan görünmez gözlere karşı bir görünmezlik pelerini işlevi görüyormuşçasına, şalına daha sıkı sarıldı. Adımlarım hızlandırdı; rıhtıma yaklaştıkça daha da yoğunlaşan sis nedeniyle hızlanmış olan nefesi, tuhaf bir biçimde yüksek çıkıyordu. Sonra, kendi ne-fesinin yoğunluğu arasından, arkasında ayak sesleri duydu. Durup ardına döndü. Adımlar daha da yaklaşıyordu. Geri çekildi, kalbi çok hızlı atıyordu. Havada kıvrılarak dönen sis içerisinde, karanlık bir gölge yavaşça somut bir şeye, dosdoğ-ru ona doğru gelen bir şeye dönüştü. Bir ses duyuldu: "Bayan Rose! Bayan Rose! Siz misiniz?" Kaslarındaki tüm gerginlik çeküdi. Sisler arasından uzun boy-Iıı bir erkek çocuğunun gelmesini izlerken derin bir nefes verdi. Kahretsin, Billy. Kulaklarım çekmem gerek senin?" "Ne için, Bayan Rose?" "Korkudan ödümü patlattığın için." Çocuğun acıklı bakışını gören de, Rose'un gerçekten kulakla-rını çektiğini sanırdı. "Sizi korkutmak istemedim" dedi Büly üz-gün bir ifadeyle. Elbette bu doğruydu; çocuk yaptıklarının yarısı için bile suçlanamazdı. Yanm Akü Billy'yi herkes tanırdı ama kimse ona sahip çıkmak istemezdi. O, yatacak yer bulmak için ambarlardan ahırlara kadar her yeri gezen, kendisine acıyan ev hanımları ve balıkçılardan orada burada artık yemek dilenen, Boston'un Batı Yakası'mn değişmez, sinir bozucu kişüiğiydi. Billy kirli elini yüzüne silerek inledi, "Bana çok kızgınsın, değil mi?" "Bu saatte sokakta ne yapıyorsun?" "Minik köpeğimi arıyorum. Kayboldu." Şayet köpeğin sezgileri varsa, muhtemelen kaçmıştır. "Şey, o zaman, umarım onu bulursun" dedi Rose ve yoluna devam etmek için döndü. Çocuk arkasından geldi. "Nereye gidiyorsun?" "Eben'i getirmeye. Hastaneye gelmesi gerek." "Neden?" "Çünkü kız kardeşim çok hasta." "Ne kadar hasta?"
"Ateşi var, Billy." Rose doğum koğuşunda bir hafta kaldıktan sonra, olacakları anlamıştı. Bebek Meggie'yi doğurduğu gün, Aur-nia'nın kamı şişmiş, rahminden pis kokulu bir akıntı gelmeye başlamıştı; Rose bunun kaçınılmaz sonun başlangıcı demek oldu-ğunu biliyordu. Diğer yeni anne olmuşlar arasında loğusa ateşin-den ölen çok kadın görmüştü. Hemşire Robinson'ın gözlerindeki "Yapılacak hiçbir şey yok" diyen bakışları görmüştü. "Ölecek mi?" "BUmiyorum" dedi yavaşça. "Bilnüyorum." "Ben ölülerden korkarım. Küçükken, büyükbabamın öldüğünü görmüştüm. Derisi yanıp kül olduğu halde, onu öpmemi istemiş-lerdi ama bunu yapamazdım. Onu öpmediğim için kötü bir çocuk muyum sence?" "Hayır, Billy. Seni kötü bir çocuk olarak görmedim asla." "Ona dokunmak istemedim. Ama o benim büyükbabamdı ve yapmak zorunda olduğumu söylediler." "Bunu bana daha soma anlatabüir misin? Acelem var." "Büiyonım, çünkü Bay Tate'i getirmek istiyorsunuz." "Şimdi neden gidip köpeğini aramıyorsun?" Bu kez çocuğun peşinden gelmeyeceğini umarak adımlarını hızlandırdı. "Bakımevinde değil." Billy'nin söylediğini birkaç adım gittikten soma algıladı. Dur-du. "Ne?" "Bay Tate, Bayan O'Keefe'nin orada değil." "Bunu nereden biliyorsun? Nerede peki?" "Onu Mermaid'de gördüm. Bay Sitterley bana bir parça etli börek verdi ama onu dışarıdaki ara yolda yememi söylemişti. Soma, Bay Tate'in içeri girdiğini gördüm, ancak bana selam bile vermedi." "Emin misin, Billy? Hâlâ orada mı?" "Bana bir çeyreklik verirsen seni oraya göttiriirüm." Rose ona eüyle işaret etti. "Çeyrekliğim yok. Yolu büiyorum." "Bozukluğun da mı yok?" Rose uzaklaştı. "Bozukluğum da yok." "Peki bir peni. O da mı yok?" Rose yürümeye devam etti ve sonunda baş belasından kurtul-duğu için rahatladı. Aklı Eben'deydi, ona ne söyleyeceğini düşü-nüyordu. Kardeşinin eşine karşı beslediği tüm öfke artık smıra yaklaşıyordu. Mermaid'e ulaştığında, pençelerini açmış bir kedi gibi üzerine atılmaya hazırdı. Kapı girişinde durdu ve birkaç de-rin nefes aldı. Pencereden, şöminenin sıcak ışıltısını gördü, kah-kaha sesleri duydu. Basitçe oradan uzaklaşmak ve onu yandaşlanyla baş başa bırakmak istiyordu. Aurnia farkı asla anlayamazdı. Bu, hoşça kal demesi için son şansı. Bunu yapmak zorun-dasın. Rose, bara açılan kapıyı itti. Şöminenin sıcaklığı, soğuktan hissizleşmiş yanaklarım karın-calandırdı. Girişe yakın durup masalarda toplanıp, barda yan ya-na oturan müdavimlere göz gezdirdi. Köşedeki bir masada, dağı-nık siyah saçlı, yeşil elbiseli bir kadın yüksek sesle kahkaha atı-yordu. Birkaç adam Rose'a bakmak için döndü ve bakışları, aşı-rı sıcak olan odadayken bile, salma daha sıkı sarınmasına neden oldu. "Bir şey sipariş vermek ister misiniz, bayan?" diye seslendi ba-rın arkasından bir adam. Bu Bay Sitterley olmalı, diye düşündü. Yarım Akıl Billy'ye etli börek veren bar sahibi; çocuğu işyerinden kovmak için böyle bir şey yaptığma şüphe yoktu. Adam gene "Ba-yan?" diye seslendi. "Birini arıyorum" dedi Rose. Bakışları yeşil elbiseü kadında durakladı. Yanında oturan bir adamdı ve şimdi dönüp Rose'a kü-Çümsercesine bir bakış atmıştı. Adamın olduğu masaya doğru yürüdü. Daha yakmdan bakınca, yanında oturan kadının hiç de çekici biri olmadığını gördü, elbi-sesinin üst kısmı dökülmüş yiyecek ve içeceklerle kirlenmişti. Ağzını, çürük dişleri görünecek kadar şaşkınca açmıştı. "Hasta-neye gelmen gerek, Eben" dedi Rose. Aurnia'nın kocası omuz silkti. "Yas tutmakla meşgul olduğumu göremiyor musun?" "Hemen ona git, hâlâ vaktin varken, hâlâ yaşıyorken." "Kimden bahsediyor, sevgilim?" dedi kadın, Eben'in kolunu çe-kerek. Rose, o çürümüş dişlerden mide bulandırıcı bir kokunun geldiğini hissetti. Eben homurdandı. "Karımdan." "Bana bir karın olduğunu söylememiştin." "Öyleyse şimdi söylüyorum." Romdan bir yudum aldı.
"Nasıl bu kadar kalpsiz olabilirsin?" dedi Rose. "Onu en son gördüğünden beri yedi gün geçti. Kendi kızını bile görmeye gel-medin!" "Üzerindeki haklarımı çoktan ona devrettim. BaJamevindeki bayanların ona bakmasına izin verdim." Rose ona dik dik baktı, dehşete düşmüştü. "Ciddi olmazsın." "Çocuğa nasıl bakabilirim ki? O, kız kardeşinle evlenmemin tek sebebi. Bebek yoldaydı, ben görevimi yaptım. Bakire değildi." Omzunu silkti. "Bebek için iyi bir aile bulacaklardır." "O, kendi ailesine ait. Eğer mecbur kalırsam, onu ben büyütü-rüm." "Sen mi?" Kahkaha attı. "Sen daha buraya geleli birkaç ay oldu ve tüm büdiğin iğne Ue iplikten ibaret." "Kendi kanımdan canımdan olan birine bakacak kadar şey bi-liyorum." Rose onu kolundan tuttu. "Kalk. Benimle geleceksin" Eben, kolunu silkeledi. "Beni rahat bırak." "Ayağa kalk, seni pislik." Rose iki eliyle onu kolundan çekiştir-di, Eben ayağının üzerinde tökezledi. "Sadece birkaç saati kaldı. Ona yalan söylemek zorunda kalsan bile, seni duyamasa büe, sevdiğini söyleyeceksin ona!" Eben, Rose'u itti, sarhoş bir halde sallanıyor, ayakta zor duru-yordu. Bar sessizleşmişti; sadece şöminedeki alevlerin çıtırdama-ları duyuluyordu. Eben, etrafında ona tasvip etmeyen bakışlarla bakan bütün gözlere baktı. Hepsi konuşmayı duymuştu ve ona burada kimsenin sempati duymadığı açıktı artık. Ayağa kalkmaya çalışıp, sesine kibar bir ton vermeye çalıştı "Bana gaddar biriymişim gibi ağzına geleni söylemene gerek yok. Geliyorum." Ceketini giyip yakasını düzeltti. "Sadece içkimi bitiriyordum." Kafasını dik tutarak, Mermaid'den çıkmak üzere ilerledi, kapı-dan geçerken ayağı eşiğe takılıp tökezledi. Dışarıda, insanın içine işleyen sise doğru giderken onu izledi, nem kemiklerine kadar iş-üyormuş gibiydi. Eben birdenbire dönüp onunla göz göze geldi-ğinde sadece birkaç adım yürümüşlerdi. Yumruğu Rose'un gerisingeriye sendelemesine neden olmuştu. Bir binanın üzerine düşecekmiş gibi oldu, yanağı zonkluyordu, ağrı öyle şiddetliydi ki, birkaç saniyeliğine her yer kararmış gibi hissetti. Bdnci darbenin geldiğini bile görmedi. Onu yanlamasına savurdu; Rose dizleri üstüne düştü, eteğinin buz gibi suyu emdi-ğini hissetti. "Bu, herkesin içinde bana karşılık verdiğin için" diye homur-dandı Eben. Rose'un kolunu tutarak, dar sokağın çamurlu taşla-rına doğru itti. Bir diğer darbe ise ağzma denk geldi, kan tadını alabiliyordu. "Bu da sana dayanmak zorunda kaldığım dört ay için. Hep onun tarafım tuttuğun için, ildniz birden bana cephe aldığınız için. Geleceğim mahvoldu; tek sebebiyse, kendini hamile bırak-tırması. Bunun için bana yalvarmadı mı sanıyorsun? Onu ayart-mak zorunda mı kaldım sanıyorsun? Ah, hayır, senin azize kız kardeşin istedi bunu. Sahip olduklarını bana göstermekten çekin-miyordu. Ama kayda değer bir şeyi de yoktu." Rose'u çevirip, duvara doğru itti. "Bu yüzden bana masum rolü oynama Ailende ne türden bir pislik döndüğünü ve senin ne istediğini biliyorum: Kız kardeşinin istediğinin aynısı." Kadım şiddetle tuğlalara doğru itti. Ağzım Rose'un dudakları-na yapıştırdı, nefesi ekşi ekşi rom kokuyordu. Aldığı darbeler onu öyle sersemleştirmişti ki, itecek gücü bile bulamıyordu ken-dinde. Bacak araşma denk gelen sertleşmeyi, adamın elinin gö-ğüslerini kavradığım hissetti. Eteğini hızla çekip, iç eteküğini, ço-raplarım çıplak tenine ulaşmak için çekip yırttı. Rose'un omurga-sı, çıplak baldırlarına dokunan el üzerine, kırıhrcasma gerildi.
Ne cesaretle! Rose'un yumruğu Eben'in çenesinin altına geldi ve çenesinin çat diye kapandığım hissetti, dişlerinin birbirine çarptığını duy-du. Çığlık attı ve geriye doğru sendeledi, elini ağzma götürdü. "Dilim! Dilimi ısırdım!" Eline baktı. "Aman Tanrım, kanıyor!" Rose koştu. Hızla dar sokaktan kaçtı ama Eben ardından sal-dın lı ve saçından yakaladı, başındaki tokalar sokağa saçıldı. Aynkları birbirine dolandı ve yırtık iç etekliğinin üzerine tökezle-di Haldınndaki el ve yüzündeki nefes düşüncesi, onu kaçmaya zorladı. Eteğini dizlerinin üzerine çekip, kendini balıklama ve yönleri karıştıran sislerin araşma attı. Ne hangi sokakta olduğu-nu, ne de
nereye gittiğini biliyordu. Nehre mi, yoksa iskeleye mi? Tlim büdiği, sisin onun örtüsü, arkadaşı olduğuydu ve ne kadar derine giderse, o kadar güvende olduğuydu. Eben ayakta dura-mayacak kadar sarhoştu, dar sokakların oluşturduğu labirenti dolaşması mümkün değildi. Ayak sesleriyle birlikte, laneti de uzaklaşmış gibiydi; tüm duyabildiği kendi ayak sesleri ve kalp atışlarıydı. Bir köşeden dönüp, bir mola verdi. Kendi hızlı nefes alışveriş-leri arasından, geçmekte olan bir arabanın tıngırdayan tekerlek seslerim duydu, artık ayak sesleri gelmiyordu. Cambridge yolun-da olduğunu ve hastaneye gitmek için aynı yolu geri dönmek zo-runda kalacağını fark etti. Eben, onun geri dönmesini bekleyecekti. Onu bekliyor olacaktı. Arkasına yaslandı ve jüponunun ayaklarına dolanan ipini ko-pardı. Soma, cadde ve sokakların kenarlarından giderek ve her birkaç adımda durup ayak sesi var mı diye dinleyerek kuzeye doğru yürümeye başladı. Sis öyle yoğundu ki, yoldan geçen bir yük arabasının sadece dış hatlarını seçebiliyordu; atın nal sesle-rini bir anda her yönden geliyormuş gibi hissetti, yankılar parça-landı ve siste dağüdı. Rose, yük arabası hastane yönündeki Blossom Sokağı'na doğru ilerlerken, ardından koşarak ona yetişmeye çalıştı. Eben ona saldırsaydı, avaz avaz bağıracaktı. Arabanın sü-rücüsü mutlaka durur ve yardımına gelirdi. Araba birdenbire sağa dönüp hastane yolundan uzaklaştı ve Rose orada bir başına kalakaldı. Hastane yolunun devamında, North Allen'de olduğunu biliyor ama ortalığı sisten göremiyordu. Ebenin saldırmaya hazır beklediğinden neredeyse emindi. Soka-ğı dikkatlice gözleyerek, yaklaşan tehdidi hissediyor, gelmesini bekleyen Ebenin kuytuya saklanmış iri siluetini gözünde canlan-dırabiliyordu. Döndü. Hastaneye giden başka bir yol daha vardı ama hastanenin arka girişindeki nemli çimlerden geçmesini gerektiren zah-metli bir yoldu. Çayırın sınırında durdu. Yol sis nedeniyle belirsiz-di ama sis dalgaları arasından, hastanenin pencerelerinden sızan ışıklar sayesinde yolunu bulabilirdi. Eben onun bil karanlık bol geden yürüyerek geçmesini beklemezdi. O olsa, ayakkabıları ça murlanacak diye böyle bü yerden asla geçmezdi. Çamurlu çimlere doğru ilerledi. Orası yağmur suyuyla dolmuş ve ayakkabüarından içeri buz gibi sular sızmıştı. Hastanenin ışık lan sis içinde ara ara belirsizleşti ve yolunu tekrar bulmak için durmak zorunda kaldı. İşte oradaydı; solda. Karanlıkta, yön değiş-tirmek zorunda kalmışta ama şimdi yolu tekrar bulmuştu. Işıklar artık daha parlak görünüyordu, binaya çıkan yamacı tırmandıkça sis azalıyordu. Smlsıklam olmuş eteği bacaklarına dolanmış, yürümesini yavaşlatıyor, her adımda daha fazla çabalamasına neden oluyordu. Çimlerden Arnavut kaldınmlı sokağa çıktığında, soğuk-tan hissizleşmiş ayaklarını artık zorlukla hareket ettiriyordu. Üşümüştü, soğuktan titriyordu, arka merdivene doğru yürü-meye başladı. Ayakkabısı siyah bir şeye değince birdenbire kaydı. Merdive-nin alt kısmına akan siyah bir şelaleye benzeyen şeye baktı. Ba-kışlarım akıntının kaynağına doğru çevirir çevirmez, yukandaki merdivenin üzerine uzanmış duran kadının vücudunu gördü, ete-ği açılmış ve bir kolu ölüme hoş geldin dercesine dışarı açılmıştı. Rose, ük önce sadece kendi kalbinin atışlarını ve hızlı nefes alış verişlerini, sonra, ayak seslerini duydu ve ayı gölgeleyen uğursuz bir bulut gibi bir karartı üzerinden hareket etti. Rose'un damarlanndaki kan donmak üzereydi. Yaklaşan yaratığa baktı. Gördüğü şey Vahşi Katil'in ta kendisiydi. Sesi çıkmadı, korkudan nefesi kesildi. Geri geri adım attı ve en alt basamağa geldiğinde düşecek gibi oldu. Yaratık aniden üzeri-ne çullandı, siyah pelerini devasa kanatlar gibi dalgalanıyordu. Kaçmak için hızla döndü ve önünde uzanan sisten bulamklaşmış boş çayın gördü, infaz yerini. Oraya koşarsam, kesin ölürüm. Dosdoğru sağa döndü ve bina boyunca son sürat koştu. Peşin-deki canavann sesini duyabüiyordu, ayak sesleri gittikçe yakla-şıyordu. Hızla bir geçide girdi ve kendisini avluda buldu. En yakın kapı-ya doğru koştu ama kapı kilitüydi. Kapıyı yumrukladı, avazı çık-tığı kadar bağırarak yardım istedi ama kimse açmadı. Kapana kısıldım. Arkasında, taşların arasında çakıllar tmgırdıyordu. Saldırga-nıyla yüz yüze gelecek şekilde arkasına döndü. Karanlıkta sade-ce siyah gölgeler seçebiliyordu.
Sırtım kapıya yasladı, nefesi hıç-kırığa dönüşmüştü. Ölü kadım, merdivenden akan kanı düşündü 1 duğunu gördüm!" Bardağını kaldırdı ama eli ortada duraksadı Dönüp kapıya doğnı baktı. Biri kapıyı çalıyordu. Birbirlerine baktılar. Saat, komşu ziyaretleri için fazla geçi i Isaac kaşlarını çatıp lambayı aldı ve kapıyı açmaya gitti. Isaac ka pıda durmuş, o anda verandasında kim varsa ona bakarken rüz gar içeri doğru esti, lamba neredeyse sönüyordu. "Bay Marshall?" dedi bir adam. "Oğlunuz burada mı?" Bu sesi duyan Norris hemen korkuyla ayağa kalktı. "Onunla ne yapmak istiyorsunuz?" diye sordu Isaac. iki adam mutfağa doğru geçmek için onu iteleyince, Isaac geriye doğru sendeledi. "işte, burada" dedi Bay Pratt, Norris'i göstererek. "Bu da ne demek oluyor?" diye sordu Isaac. Devriye Pratt, kaçmasına engel olmak istercesine Norris'in ar kasına geçen yardımcısına başını salladı. "Bizimle Boston'a dö-nüyorsun." "Ne cesaretle evime zorla giriyorsunuz!" dedi Isaac. "Kimsiniz?" "Gece Devriyesi." Pratt'm bakışları Norris'm üzerindeydi. "Ara-ba bekliyor, Bay Marshall." "Oğlumu tutukluyor musunuz?" "Size çoktan açıklamış olması gereken sebepler yüzünden." "Bana suçlamanızı anlatana kadar hiçbir yere gitmiyorum" de-di Norris.
Arkasındaki öyle sertçe itti ki, Norris masaya doğru tökezledi. Elma şarabı şişesi yere düşüp etrafa saçıldı. "Kesin şunu!" diye bağırdı Isaac. "Neden bunu yapıyorsunuz?" "Suçlama, cinayet" dedi Pratt. "Agnes Poole, Mary Robinson, Nathaniel Berry cinayetleri. Şimdi bir de Bay Eben Tate." "Tate mi?" Norris ona baktı. Rose'un kardeşinin kocası da mı öldürülmüş? "Onun ölümü hakkmda hiçbir şey bilmiyorum! Onu kesinlikle ben öldürmedim!" "ihtiyacımız olan tüm kanıtlara sahibiz. Benim görevim seni Boston'a, davanın görüleceği yere götürmek." Pratt, diğer devri-yeye başıyla onay verdi. "Getir onu. " Norris yürümeye zorlandı, tam eşiğe yaklaşmıştı ki Rose'un çığlığını duydu: "Norris?" Döndü ve korkulu bakışları gördü. "Dr. Grenville'a git! Olan- lan ona anlat!" Kapıdan ılışan çıkarılmadan hemen önce bağıra bilmişti. Yanındaki adamlar onu arabaya binmeye zorladılar. Pratt tava-nı iki kere sertçe tıklatıp, hareket etmesini işaret etti sürücüye. Hareket edip, Belmont yolundan Boston'a doğru gittiler. "Senin Dr. Grenvüle'in bile artık seni koruyamaz" dedi Pratt. "Hele bu kanıt karşısında." "Hangi kanıt?" "Tahmin edemiyor musun? Odandaki o malum şeyi?" Norris şaşkınbkla başını salladı. "Neden bahsettiğiniz hakkın-da bir fikrim yok." "Kavanoz, Bay Marshall. Böyle bir şeyi saklamanıza çok şa-şırdım." Karşılarında oturan diğer devriye Norris'e bakıp mırıldandı: "Sen hasta piçin tekisin." "İnsan viski kavanozunda çalkalanan bir insan yüzü bulmuyor her gün" dedi Pratt. "Ha, herhangi bir şüphe olursa diye maskeni de ele geçirdik. Üzerinde hâlâ kan var. Bizimle oynadın, değil mi? Kendi taktığın maskeyi bize tanımlayarak."
Batı Yakası Katili'nin maskesi benim odama mı yerleşti-rilmiş? "Bu senin idamm olacak" dedi Pratt. Diğer devriye kıkırdadı, sanki gösterişli bir sallandırmayı, kas-vetli kış aylarım canlandıracak bir çeşit eğlenceyi iple çeker gi-biydi. "Sonrasında şu doktor arkadaşların senin icabına bakabi-lir" diye ekledi. Norris faytonun loş ışığında bile adamm parma-ğını göğsünden aşağıya doğru kaydırdığmı, yorumlama gerektir-meyen bir hareket yaptığmı görebiliyordu. Diğer ölü bedenler gizlice taşınmış, anatomi masasına dolambaçlı yollardan getiril-mişti. Mezarlığa yapılan gece baskınları nedeniyle tutuklanma riskini göze alan mezar soyucular tarafından geceleyin gizli gizli mezarlardan çıkarılırlardı. Ama idam edilmiş suçluların bedenle-ri yasanın da onayıyla doğrudan anatomi masasını boyluyordu. Suçlan yüzünden hüküm giyenler bunu sadece hayatlanyla değil, aynı zamanda ölümlerinden kalanlarla da ödüyorlardı. Darağacı-nı boylayan her mahkûm, idamın son gurur kırıcı davranış olma-dığını biliyordu; sonrasında anatomistin bıçağı gelecekti. Norris, göğsü tamamen açümış bir halde duran, elinde kan damlayan kalbini tuttuğu kadavrayı, yaşlı Irlandah'yı hatırladı. Norris'in kalbini kim tutacaktı? Organları kovaya atılırken, kanı kimin önlüğüne sıçrayacaktı? Faytonun penceresinden ayın aydınlattığı tarlaları gördü, bun lar Boston'a giderken önünden geçtiği Belmont yolu boyunca uzanan tarlalardı. Bu, onlan son görüşü olabilirdi, çocukluğunu kaçmaya çalışarak geçirdiği kasabayı son görüşü de. KaçabUece ğine inanarak aptallık etmişti ve bu da onun cezasıydı. Yol onlan Belmont'tan batıya doğnı götürdü ve Boston'a yak laştıkça çiftlikler yerini köylere bıraktı. Şimdi, ayışığmın altında panldayan Charles Nehri'ni görebüiyordu. Toprak set boyunca yürüyüp, o suların diğer tarafındaki hapishaneye baktığı geceyi hatırladı. O gece demir parmaklıklar ardındaki perişan ruhlarla karşılaştırdığında kendini şanslı saymıştı. Şimdi onlara katılmaya geliyordu ve tek kaçışı cellat olacaktı. Faytonun tekerlekleri West Boston Köprüsü üzerinde tıngırdı yor, Norris yolculuklannın neredeyse sona erdiğini biliyordu. Bu kere köprüye vannea, Cambridge Street'e, soma da kuzeydeki şehir hapishanesine doğru kısa bir sürüş mesafesi kalıyordu. Ba-tı Yakası Katili nihayet yakalanmıştı. Pratt'm
yardımcısının yü-zünde bir zafer gülümsemesi vardı, dişleri karanlıkta beyaz beyaz parbyordu. "Çüş! Çüş, hey!" dedi sürücü ve fayton aniden durdu. "Şimdi ne var?" dedi Pratt, pencereden dışan bakarak. Hâlâ köprünün üzerindeydüer. Sürücüye seslendi, "Neden durduk?" "Burada bir engel var, Bay Pratt." Pratt kapıyı hızla açıp dışan çıktı. "Lanet olsun! O atı yoldan çekemiyorlar mı?" "Deniyorlar, bayım. Ama o yaşh beygir tekrar kalkmıyor." "Öyleyse onu kasaba göndermeleri gerek. Hayvan tüm yolu ka-patıyor." Norris faytonun camından köprü tırabzanlannı görebiliyordu. Aşağıda Charles Nehri akıyordu. Soğuk, karanlık suyu düşündü. Daha kötü mezarlar da var, diye aklından geçirdi. "Eğer bu uzun sürecekse, Canal Köprüsü'nden gitmemiz gere-kecek." "Bak, bir yük arabası geliyor. Bir dakika içinde atı alıp götü-rürler." Şimdi. Başka şansım olmayacak. Pratt, faytona binmek için kapışım tekrar açıyordu. Tam kapı-yı açarken, Norris kapıya doğru fırlayıp kendisini dışan attı. Kapıya çarpan Pratt yere kapaklandı. Ne onun karşılık verme-ye vakti oldu, ne de şimdi- aceleyle dışarıya çıkmakta olan yar-dımcısının. .'1,1 Norris hızla etrafına >;/ gezdirdi: asın yüklenmiş yü k arabası-nın önünde yığıldığı yenle kalmış olan ölü ala, köprü üzerinde, alın arkasında faytonlardan oluşan kuyruğa ve ayışığının bulanık sularını gizlediği Charles Nelıri'nin yüzeyine baktı. Tereddüt et-medi. Tırabzanlardan atlarken, bana başka seçenek kalmadı, di-ye1 düşündü. Ya bu şansı değerlendiririm ya da yaşama umudun-dan vazgeçerim. Bu senin için, Rose! "Yakala onu! Atlamasına izin verme!" Norris çoktan atlamıştı. Karanlığın içinden, zamanın içinden, sürüklendiği sular kadar buinmez olan geleceğine doğru düşü-yordu. Sadece esas zor olan kısmın başlamak üzere olduğunu bi-liyordu. Suya çarpmadan hemen önce, kendisini savaşa giden bir savaşçı gibi hazırlamıştı. Soğuk nehre dalış, yeni bü yaşamın acunasız karşılamasıydı. Kafaüstü bir karanlığa battı, karanlık öyle yoğundu ki, başı aşağı-da sulara dalarken hiçbir şey düşünemiyordu; yenilnüş, yönünü şaşırmıştı. Sonra, yukarıda ayışığının ışıltısını yakaladı ve yüzeye varana kadar ona ulaşmak için çabaladı. Bir nefes alınca, yukarı-da bağnşan sesleri duydu. "Nerede o? Onu görebiliyor musun?" "Devriyeyi çağır! Nehir kenarının araştınlmasmı istiyorum!" "Her iki tarafının da mı?" "Evet, seni aptal! Her iki tarafının da!" Norris, buz gibi karanlığa geri daldı ve akıntının onu sürükle-mesine izin verdi. Bu akıntıyla mücadele edemeyeceğini biliyor-du, bu yüzden nehre teslim oldu ve onun kaçışına yardım etmesi-ne izin verdi. Nehir onu Lechmere Point'ten, Batı Yakası'ndan ge-çirip, doğuya giden limana kadar taşıdı. iskeleye kadar. 29 Şimdiki zaman Julia, okyanusun kıyısında durmuş, denizi seyrediyordu. Sis ni-hayet dağılmıştı. Kıyıdan uzaktaki adaları, sakince suda ilerleyen, kararmış gümüş rengine benzeyen bir ıstakoz teknesini görebili-yordu. Arkasında Tom'un ayak seslerini duymamıştı, yine de her nasılsa orada olduğunu biliyor, konuşmaya başlamadan çok önce oraya yaklaştığını hissedebiliyordu. "Bütün eşyalarımı topladım" dedi Tora. "On altı otuz feribotu-na bineceğim. Senin onunla bırakmak zorunda kaldığım için üz-günüm ama bu şekilde kalmaya devam edecek gibi görünüyor. En azından son üç gündür aritmi yaşamadı." "Bizi merak etme, Tom" dedi Julia, bakışları hâlâ teknedeydi. "Senden çok şey istedik." "Önemi yok, gerçekten. Nasılsa tüm haftayı burada geçirmeyi planlamıştım, hem burası çok güzel. Özellikle de denizi görebildi-ğim şu günlerde." "Hoş bir yer,
değil mi?" Yanma yaklaştı. "Yakında tamamının denize kayacak olması çok kötü. 0 evin günleri sayılı." "Kurtaramaz mısın peki?" "Okyanusla savaşamazsm. Bazı şeyler kaçınılmazdır." Bir süre, teknenin guruldadıktan soma durmasını ve ıstakoz avcısının kapanlarını yukarı çekmesini izlediler. "Tüm öğleden soma korkunç bir sessizliğe gömüldün" dedi Tom. "Rose Connolly'yi düşünmeden edemiyorum." "Nesini?" "Sadece hayatta kalabilmek için ne kadar güçlü olması gerektiğini." "ihtiyaçları olduğunda insanlar kendilerinde o gücü genellikle bulurlar." 26! "İten hiç bulamadım. En çok ihtiyacım olduğu zamanlarda bile." Ufalanan uçunundan uzaklaşarak okyanus kıyısı boyunca yü- nllneye başladılar. "Boşanmandan mı bahsediyorsun?" "Richard benden bunu istediğinde, onu mutlu edemememin benim suçum olduğunu düşündüm. Her geçen gün işinin onunki kadar önemli olmadığını hisseder, onun iş arkadaşlannm eşleri kadar başanlı olmadığını düşünürsün." "Buna kaç sene tahammül ettin?" "Yedi." "Neden aynlmadın?" "Çünkü buna inanmaya başlamıştım." Başını salladı. "Rose bu-na katlanmazdı." "Bu şimdiden sonra senin için iyi bir düşünme yöntemi olacak gibi. Rose olsa ne yapardı?" "Rose Connolly olmadığım sonucuna vardım." Istakozcunun kapanı tekrar suya satışını seyrettiler. "Salı giuıii Hong Kong'a gitmek için buradan ayrılmak zorun-dayım" dedi Tom. "Bir ay orada kalacağını." "Yaa." Julia suskunlaştı. Onu tekrar görmek için bir ay geçecek demek. "İşimi seviyonım ama bu zamanımın yansını yaşadığım yerden uzakta geçirmem anlamına geliyor. Onun yerine, salgının peşine düşünüyorum ve benim de bir hayatım olduğunu unutacak rad-deye geliyorum." "Ama yapman gereken çok fazla şey var." "Kırk iki yaşındayım ve ev arkadaşım yılın yansını köpek eğiti-mine harcıyor." Suya baktı. "Her neyse, bu geziyi iptal etmeyi dü-şünüyorum." Julia nabzının birden daha hızlı atmaya başladığını hissetti. "Neden?" "Kısmen Henry .yüzünden. Her şey bir yana, seksen dokuz ya-şında ve sonsuza kadar burada olmayacak." Elbette, diye düşündü Julia. Hepsi Henry yüzünden. "Sonulla-rı olduğunda bana anlatabilir." "Bu çok büyük sorumluluk demek. Kimseye böyle bir şey yüklemek istemezdim." "Ona karşı bir bağ geliştirdim. Artık o benim arkadaşım ve ben arkadaştanım yüzüstü bırakmam." Süzülerek geçen bir martıya baktı. "Birkaç tane eski kemiğin iki kişiyi bir araya getinnesi ne kadar tuhaf. Hiçbir şekilde ortak bir şeyleri olmayan iki insanı." "Şey, Benden hoşlandığı kesin. Hana dediğine göre, sadece on yaş daha genç olsa... " Julia kahkaha attı. "Beninde ilk buluştuğunda, sanırım bana zar zor tahammül edebilmişti." "Henry herkese zar zor tahammül eder ama sonunda senden hoşlandı işte." "Rose yüzünden. Tek ortak noktamız o. Her ikimiz de ona ka fayı takmış durumdayız." Istakoz teknesinin uzaklaşırken körfe zin metalik gri yüzeyinde beyaz bir çizgi bırakışmı seyretti. "Onu rüyamda bile görüyorum." "Nasıl rüyalar bunlar?" "Sanki oradayım ve onun gördüklerini görüyorum. Faytonları, sokakları, elbiseleri. Bunun sebebi, o mektupları okumak için çok fazla zaman harcamış olmam. Bilinçaltıma kayıyor. Neredey-se orada olduğuma inanabüirim, her şey çok fazla şey görünme-ye başlıyor... tanıdık." "Senin de bana tanıdık görünmen gibi." "Sebebini bilmiyorum."
"Yine de seni tanıdığıma dair bir his var içimde. Daha önce ta-nışmış olduğumuza dair." "Tamşmamız için bir sebep düşünemiyorum." "Evet." İç geçirdi. "Ben de." Ona baktı. "Öyleyse, sanırım bu geziyi iptal etmem için herhangi bir sebep yok. Değil mi?" Bu soruya, onaylamaktan başka verilecek daha fazla cevap vardı. Julia'mn bakışları onunkilerle buluştu ve gözlerinde gör-dükleri onu korkuttu, çünkü o anda hem olasılık hem de kalp kı-rıklığı gördü. Julia ikisi için de hazır değildi. Denize baktı. "Henry ile beni merak etme." O gece Julia bir kere daha rüyasında Rose ConnoUy'yi gördü. Yal-nız bu kez, Rose yamalı giysiler içinde ve yüzü külle kirlenmiş bir kız değildi; aksine, saçlarım tepesinde toplamış, gözlerinden büge-lik okunan ağırbaşlı bir kadındı. Kır çiçekleri arasında durmuş, akıntıya doğru uzanan bü yamaçtan aşağıya bakıyordu. Bu, bir gün Julia'mn bahçesi olacak olan aynı hafif yamaçtı. Bu yaz gününde, uzun çimler rüzgârda su gibi dalgalanıyor, karahindiba tüycükleri san siste döne döne uçuşuyordu. Rose döndü, çimü bir tarla vardı ve birkaç yıkık dökük taş bir zamanlar orada başka bir evin olduğu-nu gösteriyordu, artık olmayan, yanıp kül olmuş bir evi. Tepeden genç bir kız geliyor, kızın etekleri uçuşuyordu; gülen yıi/.ü aıcaktarı al al olmuştu ROM doğruca onu kollarına alıp dön dürdü, kahkahalar alıyordu. "Bir daha! Bir daha!" diye bağırdı kız, ayaklan yere değerken. "Hayır, teyzenin başı döndü." "Tepeden yuvarlanabilir miyiz?" "Bak, Meggie." Rose akıntıyı gösterdi. "Bu güzel bir yer değil ini? Ne düşünüyorsun?" "Suda balıklar ve kurbağalar var." "Harika bir yer, değil mi? Bir gün buraya ev yapmalısın. Tam buraya." "Peki ya oradaki eski ev ne olacak?" Rose, tepedeki kömürleşmiş taş yapıya baktı. "O muhteşem bir adama aitti" dedi yumuşak bir tonla. "O ev sen daha iki yaşınday-ken yandı. Belki bir gün, daha da büyüyünce, sana ondan bahse-derim. Bizim için yaptıklarından." Rose derin derin nefes aldı ve akıntıya doğru baktı. "Evet, burası güzel bir yer. Burayı hatırlama-lısın." Kızın eline uzandı. "Gel. Aşçı bizi öğle yemeğine bekliyor." Teyze üe yeğen birlikte yürüdüler, tepeyi tırmanırken etekleri uzun çimlerin arasında hışudıyordu. Tepeye çıkana kadar, Rose'un kestane rengi saçlan sallanan çimlerin üzerinde parüdıyordu. Julia gözlerinde yaşlarla uyandı. O benim bahçemdi. Rose ile Meggie benim bahçemde yürüdüler. Yataktan çıkıp pencereye doğru yürüdü, şafağın pembe ışığı-nı gördü. Nihayet bütün bulutlar kaybolmuştu ve bugün ilk kez Penobscot Körfezi üzerinde güneşin ışıldadığını gördü. Burada güneşin doğuşunu görecek kadar kaldığıma memnunum, diye düşündü. Mutfağa gidip kahve yapmak için parmak uçlarına basarak merdivenlerden inerken sessiz olmaya ve Henry'yi uyandırma-maya çalıştı. Sürahiyi doldurmak için musluğu açmak üzereydi ki, diğer odadan kâğıdın tanıdık hışırtısını duydu. Sürahiyi bıra-kıp kütüphaneye göz attı. Henry, başı önüne yayılmış olan kâğıt yığınlarına doğnı eğil-miş, bir sandalyede kamburunu çıkarmış, yemek masasmda oüı-ruyordu. Julia korku içinde ona doğru koştu, en kötüsünden korkuyor-du. Ama omzuna dokununca Henry doğruldu ona baktı. "Bul-dum" dedi. Julia'nın bakışlan, önündeki masada duran elyazısıyla yazılmış sayfalara döndü ve o tanıdık başharfleri gördü: O. W. H. "Bir mek-tup daha!" "Sarunm sonuncusu olabilir, Julia." "Ama bu harika!" dedi Julia. Sonra, Henryiün ne kadar BOİgun olduğunu, ellerinin titrediğini fark etti. "Sorun ne?" Mektubu ona uzattı. "Oku." 1830 Korkunç nesne iki gündür viski içinde duruyordu. Rose ük başta kavanozda ne olduğunu fark etmedi. Tüm gördüğü, çay renginde bir suya yatırılmış ham bir et
mukozasıydı. Pratt kava-nozu çevirip, daha yakından bakmaya zorlayarak Rose'un yüzü-ne tuttu. "Bunun kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Rose, kavonoza, o nahoş viskinin içinde duran şeye ve bir an-da her organı büyüten camda beliren beklemiş kana baktı. Deh-şet içüıde geri çekildi. "Bu, senin tanıman gereken bir yüz, Bayan Connolly" dedi Pratt. "Bu, iki, gece önce Batı Yakası'nda bir ara sokakta bulunan bir cesetten kesilmiş. Vücuda haç işareti oyulmuş. Kardeşinin ko-cası Bay Eben Tatein vücuduna." Kavanozu Dr. Grenvillein ma-sasına bıraktı. Rose, salonunda bulunan kanıt yüzünden eşit derecede şaşir mış görünen Grenville'a döndü. "O kavanoz asla Norris'in odasın da olmadı!" dedi. "Size inanmasaydı, benden buraya gelmemi is temezdi, Bay Grenville. Şimdi sizin de ona inanmanız gerek." Pratt soğukkanlı bir gülümsemeyle yanıt verdi. "Sanırım Dok tor, öğrenciniz Bay Marshallin sizi aldattığı tamamen açık. Balı Yakası Katili o. Tutuklanması an meselesi." "Tabii çoktan boğulmadıysa" dedi Grenville. "Alı, hâlâ hayatta olduğunu biliyoruz. Bu sabah, iskele yakınla rında çamur içinde sudan çıkan ayak izleri bulduk. Onu bulacağız ve adalet de yerini bulacak, ihtiyacımız olan tüm kanıt bu kavanoz." "Tüm sahip olduğunuz, viskiye yatırılmış bir numune." "Kan lekeli bir de maske. Tam da şahitlerin -Rose'a baktı- (a nımladığı gibi beyaz bir maske." Rose: "O masum! Tanıklık edenin ki..." "Neye tanıklık edeceksiniz, Bayan Connolly?" Pratt hafife ahi casına sınttı. "O kavanozu odasına sen koydun." Pratt öyle bir öfkeyle üzerine yürüdü ki, Rose korkarak gel I çekildi. "Seni küçük orospu." "Bay Pratt!" dedi Grenville. Ama Pratt'm bakışları Rose'un üzerinde kaldı. "Senin tanıklığı nın bir değeri olacağını mı sanıyorsun? Norris Marshall'la aynı evde yaşadığını çok iyi biliyorum. O fahişeyi Noel için yaşlı baba sıyla tanıştırmaya bile götürdü. Sadece altına yatmıyor, şimdi onun için yalan da söylüyorsun. Sana iyilik etmek için mi Eben Tate'i öldürdü? Kardeşinin baş belası kocasım halletti mi?" Kava-nozu, bezle sanlmış kanıt kutusuna geri koydu. "Ah, evet, bir jü-ri eminim senin tanıklığına inanacaktır!" Rose: "Bu kavanoz onun odasında değildi. Buna yemin ede-rim" dedi Grenville'a. "Bay Marshallin odasını araştırmak için kim görevlendirildi?" diye sordu Grenville. "Gece Devriyesi oraya bakmayı nasü dü-şündü?" Pratt ilk kez rahatsız göründü. "Ben sadece görevimi yaptım. Bir rapor geldiğinde... " "Ne raporu?" "Bir mektup, Gece Devriyesi'ne onun odasında kesinlikle ilgi-mizi çekecek bir şey bulacağımızı bildiriyordu." "Kimden bir mektup?" "Bunu söyleme yetkim yok." Grenville anladığını gösteren bir kahkaha attı. "Belirsiz!" "Kanıtı bulduk, öyle değil mi?" "Siz bir adamın hayatını o kavanoza mı bağlayacaktınız? O maskeye mi?" "Ve siz, bayım, sizin saygın namınızı bir katile bağlamadan ön-ce iki kere düşünmelisiniz. Genç adamı sizin ve diğerlerinin çok yanlış tanıdığı şimdiye kadar çoktan belli olmalıydı." Kanıt kutu-sunu kaldırıp memnuniyetle ekledi, "Herkes ama ben değil." Hız-la başını salladı, "iyi geceler, Doktor. Dışarıda olacağım." Koridordan aşağıya inerken Pratt'm ayak seslerini dinlediler ve sonra da ön kapı arkasından kapandı. Salona bir süre soma Dr. Grenville'iıı kız kardeşi Eliza girdi. "O korkunç adam sonunda gitti mi?" diye sordu Eliza. "Korkarım ki bu olaylar Norris açrsmdan çok kötü görünüyor." Grenville iç geçirdi ve şöminenin yanındaki sandalyeye oturdu "Ona yardim etmek için yapabileceğin bir şey yok mu?" diye sordu Eliza. "Bu olay artık benim yetkimi aşıyor." "O size güveniyor, Dr. Grenville!" dedi Rose. "Hem siz hem Bay Holmes onu savunursa, dinlemek zorunda kalacaklardır."
"VVendell onun lehine savunma yapar mı?" diye sordu Eliza. "Norris'in odasmda bulundu. Kavanozun orada olmadığını bili-yor. Maskenin de." Grenville'a baktı. "Hepsi benim hatam. Hepsi benimle, Meggie'yle alakalı. Onu isteyen insanlar her şeyi yapabi-lirlerdi." "Masum bir adamı darağacma götürmek de dâhil mi?" dedi Eliza "Bu, yapabileceklerinin en küçüğü." Rose, Grenville'a yaklaştı, ellerini ona inanması için yalvarırcasına açmıştı. "Meggi'nin doğ-duğu gece odada iki hemşire ve bir doktor vardı. Şimdi hepsi öl-düler, çünkü onlar benim kardeşimin sırrını biliyorlardı. Meg-gie'nin babasının adını öğrenmişlerdi." "Senin hiç duymadığın bir isim" dedi Grenville. "Ben odada değildim. Bebek ağlıyordu, o yüzden onu dışarı çı-kardım. Soma Agnes Poole yeğenimi vermemi istedi ama ben reddettim." Rose yutkundu ve yumuşak bir sesle sürdürdü. "0 za-mandan beri de peşindeler." "Öyleyse istedikleri çocuk mu?" dedi Eliza. Kardeşine baktı. "Korumaya ihtiyacı var. " Grenville başıyla onayladı. "Çocuk nerede, Bayan Connolly?" "Gizli, efendim. Güvenli bir yerde." "Onu bulabiürler" dedi Grenville. "Nerede olduğunu bilen tek kişi benim." Gözlerinin içine baktı ve doğrudan konuştu: "Yerini bana hiç kimse söylettiremez." Grenvüle'in bakışları Rose'unkilerle kesişti, onu tartıyordu. "Senden bir an büe şüphe duymadım. Bunca süre zarar görmesini engellemek için onu güvende mttun. Sen neyin en iyi olduğunu herkesten iyi bilirsin." Birdenbire ayağa kalktı. "Gitmem gerek." "Nereye gidiyorsun?" diye sordu Eliza "Bu konuda danışmam gereken insanlar var." "Akşam yemeği için eve dönecek misin?" "Bilmiyorum." Koridora doğru yürüdü ve paltosunu giydi. Rose onu takip etti. "Dr. Grenville, ne yapayım? Nasü yardım-cı olabilirim?" "Burada kal." Kardeşine baktı. "Eliza, kızın ihtiyaçlarım karşı-layın. Bizim çatımız altındayken, zarar görmemeli." Dışarı çıktı ve içeriye esen buz gibi rüzgâr Rose'un gözlerini acıttı. Aniden akan gözyaşlarını gözlerini kırparak uzaklaştırdı. "Gidecek yerin yok, değil mi?" Rose, Eliza'ya döndü. "Hayır, bayan." "Bayan Furbush senin için mutfakta bir yatak hazırlayabiliı " Eliza'nm gözleri Rose'un yamalı elbisesinde gezindi. "Ve değişi iı men için giysi, kesinükle." "Teşekkür ederim." Rose boğazmı temizledi. "Her şey için te şekkür ederim." "Tek teşekkür etmen gereken kişi kardeşim" dedi Eliza. "Ben sadece bu işin onu yıpratmayacağını umuyorum." Bu, Rose'un ayak bastığı en büyük evdi, şu ana kadar uyuduğı ı en büyük ev olduğu kesindi. Mutfak ılıktı, şöminedeki kömürler hâlâ parlıyor, ısı saçıyordu. Battaniye kalın yündendi, soğuk ge çelerde sarındığı tel tel olmuş pelerin gibi değildi; o eski püskü paçavraya kaldığı tüm pansiyonların, uyuduğu her pis samanın kokusu sinmişti. İsmin ehli kâhya kadın Bayan Furbush o peleri-ni Rose'un diğer yırtık giysileriyle birlikte ateşe atması konusun-da ısrar etmişti. Kıza gelince, Bayan Furbush sabun ve bol mik-tarda sıcak su istemişti, çünkü Dr. Grenville temiz bir ev halkının sağlıklı bir ev halkı olduğu konusunda ısrar ediyordu. Şimdi ban-yo yapmış ve temiz bir sabahlık giymiş olan Rose, şöminenin ya-nındaki karyolada alışkın olmadığı bir rahatlıkla yatıyordu. Ama ya Norris? Bu gece o nerede uyumuştu? Üşüyor muydu, aç mıydı? Neden ondan hiç haber almamıştı? Akşam yemeği saati gelip geçtiği halde Dr. Grenville eve dön-memişti. Rose bütün gece eli kulağında beklemiş ama ne onun sesini, ne de ayak seslerini duymuştu. "Bu onun işinin gereği, kı-zım" demişti Bayan Furbush. "Bir doktorun düzenli çalışma saat-leri olması beklenemez. Hastalar onu geceleri hep çağırırlar ve gün ağar ana kadar gelmediği zamanlar olur." Evdeki diğer kişüer istirahat etmek için odalarına çekildikten çok zaman sonra bile Dr. Grenville hâlâ dönmemişti. Rose uyanık bir halde yatıyordu. Şöminedeki kömürler kızıllıklarını kaybet-miş, küle dönmek üzereydiler. Mutfak
penceresinden, ayışığinda silueti görülen bir ağaç seçebiliyor, dallarının rüzgârda sallandı-ğını duyabiliyordu. O anda başka bir şey duydu: Hizmetçilerin merdiveninde ayak sesi gıcırtıları. Gıcırtı sesleri mutfağa doğru yaklaşırken dinleyerek öylece kaldı. Belki de hizmetçilerden ı>in şömineyi doldurmaya geliyor • İn Rose, karanlığın içinden kayan-gölgeler içindeki figürü tanı-yabilmişti. Sonra, bir sandalyenin devrildiğini duydu ve bir ses mırıldandı: "Lanet olsun!"
Bir adam. Rose yataktan çıkıp karanlıkta bir mum yakmak için şömineye doğru giderek el yordamıyla mum aradı. Korlar carüanınca, içeri giren kişinin gecelik giysiler içinde, saçları uykudan karmakarı-şık olmuş bir delikanlı olduğunu gördü. Delikanlı onu görünce buz kesti, açıkça onu gördüğüne çok şaşırmıştı, tıpkı Rose'un da onu gördüğüne şaşırması gibi. Bu, Küçükbcy olmalı, diye düşündü Rose. Ona, üst kattaki odasında iyileşmekte olduğu söylenmiş olan Dr. Grenvillein ye-ğeni. Sol kolundan arta kalan kısım bir bandajla sarılmıştı, den-gesini tam kuramayarak ayakta biraz yalpaladı. Rose mumu bıra-kıp, yana doğru devrilmek üzereyken onu yakalamak için koştu. "Bir şeyim yok, ben iyiyim" diye diretti diğeri. "Ayağa kalkmamanız gerek, Bay* Lackavvay." Rose, karanlıkta devrilmiş olan sandalyeyi düzeltti ve nazikçe Charlesi oraya oturtturdu. "Annenizi çağırayım." "Hayır, yapma. Lütfen!" Bu çaresiz yalvarış gitmesini engelledi. "Tek yaptığı bana kızmak" dedi. "Bana kızılmasından bıktım. Sırf ateşim çıkacak diye korktuğundan odama A hapsedilmekten bıktım." Yalvaran gözlerle ona baktı. "Onu uyandırma. Bırak biraz burada oturayım. Sonra yatağıma geri döneceğim, söz veriyomm." Rose iç çekti. "Nasü isterseniz. Ama tek başınıza dolaşmama-nız gerek." "Yalnız değilim." Hafifçe gülümseyebildi. "Sen buradasın." Rose şöminedeki kömürleri karıştırmak ve biraz daha kömür atmak için odanın diğer tarafına doğru giderken, Charlesin onu izlediğüü fark etti. Alevler, sıcaklıklarım odaya yayarak birden canlandı. "Sen, tüm hizmetçilerin bahsettiği kızsın" dedi Charles. Rose ona döndü. Yeniden yanan ateşin ışığı Charlesin yüzüne yansıyordu ve Rose hafifçe belirginleşen yüz hatlarını, zarif bir alın ve neredeyse bir erkekten çok kızmkilere benzeyen dudakla-rı gördü. "Sen Norris'in arkadaşısın" dedi Charles. Rose başıyla onayladı. "Adım Rose." "Şey, Rose, ben de onun arkadaşıyım. Duyduklarıma gön-, şu anda olabildiğince çok arkadaşa ihtiyacı var." Norris'in içinde bulunduğu durumun önemi birden öyle ağu bir şekilde omuzlarına çöktü ki, Rose masadaki sandalyeye gö müldü. "Onun için çok korkuyorum" diye fısıldadı. "Dayun insanlan tanır. Sözü geçen insanları." "Artık dayınızın bile şüpheleri var." "Peki senin yok mu?" "Bir tane bile yok." "Ondan nasü bu kadar emin olabdirsin?" Doğrudan Charles'ın gözlerinin içine baktı. "Ben onun kalbini biliyorum." "Gerçekten mi?" "Benim deli olduğumu düşünüyorsunuz." "İnsan bağlılıkla ilgili bu kadar çok şiir okursa böyle olur. Ama gerçekte buna pek az rastlıyoruz." "Bağlılığımı inanmadığım bir adam için harcamazdım." "Aslında Rose, daraağacını ben boylasaydım, senin gibi bir ar-kadaşım olduğu için kendimi şanslı sayardım." Rose, darağacından bahsedilince ürperip, alevlerin kütüğü hız-la tükettiği şömineye doğru döndü. "Üzgünüm, bunu söylememem gerekirdi. Bana öyle çok mor-fin verdüer ki, artık ne söylediğimi de bilmiyorum." Bandajlı ko-luna baktı. "Bugünlerde kendimi hiçbir şey için iyi hissetmiyo-rum. Kendi başıma ayaklarım üzerinde bile duramıyorum." "Saat geç oldu, Bay Lackaway. Yataktan hiç çıkmamanız gere-kirdi."
"Birkaç yudum brendi içmek için geldim." Umutlu gözlerle Ro-se'a baktı. "Benim için biraz getirir misin? Şuradaki dolabın için-de." Mutfağa doğru işaret etti ve Rose bunun brendi şişesine yap-tığı gece baskmlannm ilki olmadığından şüphelendi. Rose sadece bir parmak içki koydu ama Charles onu tek yu-dumda bitirdi. Daha fazlasmı beklediği açıkça belli olsa da, Rose şişeyi yerine geri bırakıp, sert bir sesle konuştu: "Size odanıza ka-dar yardımcı olacağım." Rose önlerini aydınlatması için eline aldığı mumla, ona ikinci kata kadar eşük etti. Daha önce üst kata hiç çıkmamıştı ve kori-dor boyunca ona yardım ederken, bakışları mum ışığında ortaya çıkan güzellikler üzerinde dolaşıyordu. Bol desenli bir halı ve ışıl ışıl bir hol masası gördü. Duvarda, Charles'a odasma kadar eşlik ederken sanki gözleriyle onu izhyormuş hissi verecek kadar can-lı detayları bulunan seçkin kadınlar ve erkeklerden oluşan bir portre galerisi vardı. Ona odasına gitmesi için yardım ederken, Charles sanki morfinden çok o bir yudumluk brendi yüzünden ta-mamen sarhoş olmuş gibi sendeliyordu. Iç çekerek birden kendi-sini yatağına bıraktı. "Teşekkür ederim, Rose." "iyi geceler, efendim." "O şanslı bir adam, yani Norris. Kendisini senin kadar seven bir kıza sahip olduğu için. Üzerine şiirler yazılacak türden bir aşkla." "Ben şiirden anlamam, Bay Lackavvay." "Anlamana gerek yok." Gözlerini kapatıp iç çekti. "Sen gerçe-ğini biliyorsun." Rose, nefesi derinleşip uykuya dalarken onu seyretti. Evet, ben gerçeğini biliyorum ve şimdi onu kaybetmek üzereyim. Elinde mumla odadan çıkıp tekrar koridora doğru yürüdü. Orada durdu, bakışları ona bakmakta olan bir yüzün üzerinde do-nup kalmıştı. Sadece bolü aydınlatmaya yeten alevin loş ışığında, portre şaşırtıcı bir şekilde o kadar gerçek görünüyordu ki, Rose bu yüz hatlarının beklenmedik şeküdeki benzerliği karşısında şaşkına dönmüş bir halde orada öylece kalakalmıştı. Güçlü uzun saçları ve parlak bir zekâ yansıtan siyah gözleri olan bir adam gördü. Tuval üzerindeki oturduğu yerden, onu bir tartışmanın içi-ne çekmeye hevesli görünüyordu. Rose daha da yaklaştı, öyle ki o yüzün her gölgesini, her kıvrımım inceleyebüiyordu. Resim on-da öyle ilgi uyandırmıştı ki, yaklaşan ayak sesleri sadece birkaç metre ötede kalana kadar duymamıştı. Birkaç adım ötesinde du-yulan gıcırdamayla aniden döndü, öyle ürkmüştü ki, neredeyse elinki mumu düşürüyordu. "Bayan Connolly?" dedi Dr. Grenville kaşlarını çatarak. "Ne-den bu saatte evin içinde dolaştığınızı sorabilir miyim?" Rose, adamın sesindeki şüpheli tınıyı fark edip kızardı. En kö-tüsünü varsayıyor, diye düşündü; konu irlandalılar olunca hep en kötüsünü varsayarlar. "Bay Lackavvay yüzünden, efendim." "Ne olmuş yeğenime?" "Mutfağa geldi. Ayaklan üzerinde duramadığını düşündüm, bu yüzden ona yatağına kadar eşlik ettim." Açık bırakmış olduğu Charlesin kapısını gösterdi. Dr. Grenville, üzerini örtmeden yatağa yayılmış, yüksek sesle horlayan yeğeninin bulunduğu odaya göz gezdirdi. "Üzgünüm, efendim" dedi. "Üst kata gelmedim, şayet... " "Hayır, özür dilemesi gereken benim." İç çekti. "En yornı u günlerden biriydi ve çok bitkinim, iyi geceler." Arkasını dondu "Bayım?" dedi Rose. "Norris'ten haber var mı?" Durdu, isteksizce ona döndü. "Korkarım ki, iyimser olmak için çok az sebep var. Kanıt çok güçlü." "Kanıt sahte." "Buna mahkeme karar vermeli. Ama mahkemede masumiyel I ne onun hakkında hiçbir şey bilmeyen yabancılar karar verecek Tüm bildikleri, gazetede okuduklarından ya da meyhanede duy duklarından ibaret. Bir de, Norris Marshall in dört cinayete de ya kın yerde yaşaması. Eben Tatein kesilmiş yüzünün onun odasın da bulunması. Bir kasap olmasının yanı sıra, becerikli bir anal < > mist olması. Her biri ayrı ayrı değerlendirildiğinde, bunlar bir karşı savunma olabilir. Ama mahkemeye sunulduğunda, suçu yadsınamaz olacaktır." Rose, umutsuzca ona baktı. "Bizim yapabileceğimiz hiçbir sa vunma yok mu?"
"Korkarım ki, daha azıyla darağacma giden insanlar oldu." Rose Dr. Grenville'ın kolunu tuttu umutsuzca. "Onun asıldığım göremem!" "Bayan Connolly, henüz tüm umudumuz kaybolmadı. Onu kur-taracak bir yol olabilir." Rose'un elini tutup, doğrudan gözlerinin içine baktı. "Ama bunun için senin yardımına ihtiyacım olacak." 33 "Billy. işte orada, Büly!" Çocuk, şaşkınca, onun adını kimin fısıldadığını görebilmek için karanlıkta etrafına bakındı. Ayaklarına siyah bir köpek sıçra-dı. Hayvan birden heyecanlı heyecanlı havladı ve fıçı yığınlarının arkasına çömelmiş olan Norris'e doğru koşmaya başladı. En azın-dan köpek onun için kötü şeyler düşünmüyor, tanımadığı bir adamla dostça saklambaç oynamaktan memnun bir halde kuyru-ğunu sallıyordu. Yarım Akıl Billy daha tedbirliydi. "Kim var orada, Benekli?" di-ye sordu, sanki köpeğin ona cevap vermesini bekliyordu. Norris fıçıların arkasından çıktı. "Benim, Billy" dedi ve çocu-ğun geri geri çekildiğini gördü. "Seni incitmeyeceğim. Beni hatır-lıyorsun, öyle değil mi?" Çocuk, şimdi Norris'in elini yalamakta olan ve açıkça ilgisiz görünen köpeğine baktı. "Siz Bayan Rose'un arkadaşısınız" dedi. "Ona bir mesaj götürmene ihtiyacım var." "Gece Devriyesi senin katil olduğunu söylüyor." "Değilim. Yemin ederim değilim." "Nehrin her yerinde seni arıyorlar." "Billy, eğer sen de Rose'un arkadaşıysan, bunu benim için ya-parsın." Çocuk tekrar köpeğine baktı. Benekli, Norris'in ayağının üze-rine oturmuştu ve konuşmayı izlerken kuyruğunu sallıyordu. Ço-cuk yarım akıllı olabilirdi ama iş bir adamın niyetini yargılamaya gelince, bir köpeğe güvenebileceğini biliyordu. "Dr. Grenvüle'in evine gitmeni istiyorum" dedi Norris. "Büyük olan, Beacon'daki, orayı biliyorsun değü mi?" "Evet. Hâlâ orada olup olmadığını öğren ve bunu ona ver." Nor.: f o ris ona katlanmış bir kâğıt uzattı. "Bunu onun eline ver. Saden-onun eline." "Ne yazıyor?" "Sadece bunu ona ver." "Bir aşk mektubu mu?" "Evet." Norris, çocuğun bir an önce gitmesi için sabırsızlan.ı rak çok luzb cevap verdi. "Ama onu seven benim" diye sızlandı Billy. "Ve ben onunla ev leneceğim." Kâğıdı yere attı. "Senin aşk mektubunu ona götürme yeceğim." Öfkesini yutan Norris kâğıdı yerden aldı. "Ona kendi hayatına devam etmekte özgür olduğunu söylemek istiyorum." Mektubu Billy'nin eline geri koydu. "Bunu ona götür ki o da bilsin. Lütfen." Sonra ekledi. "Götürmezsen sana kızacaktır." İşte bu işe yaradı; Büly'nin en büyük korkusu Rose'u gücendir-mekti. Çocuk kâğıdı cebine sokuşturdu. "Onun için her şeyi ya-parım" dedi. "Beni gördüğünü kimseye söyleme." "Ben yanm akıllı değüim, bitiyorsun" diye sertçe karşılık verdi Billy. Karardığın içine doğru yürüdü, köpek de ayaklarının dibin-de koşuyordu. Norris oyalanmadı, karanlık sokakta hızla Beacon Street yönü-ne doğru yürüdü. Billy iyi niyetli olabilirdi ama sır tutma konu-sunda ona güvenemezdi ve Gece Devriyesi'nin bakmaya gelmesi-ni beklemeye hiç niyeti yoktu. Onun hâlâ hayatta olduğuna ve bu üç gün boyunca Boston'da bulunduğuna inandıklarını varsayıyordu. Çaldığı giysiler üzerine hiç uymuyordu, pantolon çok büyük, gömlek çok dardı ama kaim pelerin hepsini gizlemişti ve bir Qu-aker şapkayı alnına kadar indirmişti. Gizlenmeden ve tereddüt etmeden ne istediğini bilerek sokakta yürüdü. Ben bir katil olma-yabilirim, diye düşündü. Ama şimdi bir hırsız olduğum kesin. Da- rağacıyla zaten karşı karşıya gelmişti; bunun yanında birkaç suç daha işlemenin pek önemi yoktu. Tek önemsediği şey hayatta kalmaktı ve eğer bu, bir meyhanenin vestiyerinden bur pelerin çalmayı ya da bir çamaşır ipinden pantolonla gömlek aşırmayı gerektiriyorsa, o zaman bu, donmakta olan bir adamın yapması gereken
doğru şeydi. Eğer her halükârda asdacaksa, bu durumda gerçek bir suçtan ötürü suçlu olabüirdi. Dar Acorn Street'e çıkan köşeyi döndü. Bu, Gareth Wilson ve Dr. Sevvall'ın buluştuğu, sundurmasına pelikanların kazılı olduğu evin bulunduğu sokaktı. Norris beklemek için karanlık bir veran-da seçti ve çömelip, bir gölgelikte saklandı. O zamana kadar Billy Grenvillc'm evine ulaşmış olmalıydı; şimdiye kadar yazdığı not Rose'un eline geçmiş olmalıydı, tek bir satırdan oluşan o not: Bu gece, pelikanların altında. Eğer not Gece Devriyesi'nin eline geçtiyse, ne anlama geldiği konusunda lıiçbir fikirleri yoktur. Ama Rose bilir. O gelir. Beklemek için oraya yerleşti. Gece ilerledi. Evlerin içindeki lambalar teker teker söndü ve da-racık Acorn Street'teki pencereler karardı. Arada sırada, çok daha yoğun olan Cedar Street'ten geçen bir faytonun tangur tungur ses-lerini duydu ama kısa zamanda o yoğunluk bile sessizliğe gömüldü. Pelerinine daha sıkı sarınıp, nefesinin karanlıkta buharlaşma-sını seyretti. Mecbur kalsa, bütün gece burada beklerdi. Eğer şa-fağa kadar gelmezse, o zaman yarın gece geri dönecekti. Bir ke-re Rose onun beklediğini büiyorsa, hiçbir şeyin onu engelleyeme-yeceğini bilecek kadar ona güveniyordu. Bacakları tutuldu, parmaklan hissizleşti. Acont Street'teki son pencere de karardığa gömüldü. Soma, köşeden bir figür belirdi. Lamba ışığıyla silueti belirgin-leşen bir kadın. Karanlığın içinden bir şeyleri görmeye çalışırca-sma sokağın ortasında durdu. "Nome?" diye bağırdı hafifçe. Norris hemen verandadan adımını attı. "Rose" dedi ve Rose ona doğru koştu. Norris ona sarıldı ve dönerlerken sonunda onu tekrar gördüğüne öyle sevinmişti ki, kahkaha atası gelmişti. Ro-se, onun kollarında kendisini havadan da hafif hissetti ve o anda Norris birbirlerine sonsuza dek bağlı olduklarım anlamıştı. Char-les Nehri'ne dalış hem ölüm hem de yeniden doğuş olmuştu onun için ve bu, ona verecek hiçbir serveti, hiçbir aüesi, sevgisi hariç hiçbir şeyi olmayan bu kızla yeni bir hayattı. "Geleceğim büiyordum" diye mınldandı Norris. "Biliyordum." "Beni dinlemen gerek." "Boston'da kalamam Ama sensiz de yaşayamam." "Bu önemli, Norris. Dinle!" Norris kaskatı kaldı. Onu donduran kızın emri değildi, Acorn Street'in diğer ucundan onlara doğru gelen iri cüsseli birinin silu-etiydi. Norris'in arkasındaki toynak takırtısı etrafında dönmesine ne-den oldu, o anda bir araba ve iki at diğer kaçış yolunu da bloke ederek durdu. Arabanın kapısı açıldı. 27$ "Norris, onlara güvenmek zorundasın" dedi Rose. "Bana gü venmek zorundasın." Arkasındaki sokaktan tanıdık bir ses geldi. "Bu tek çareni/., Bay Marshall." Şaşıran Norris arkasındaki geniş omuzlu adama doğru döndiı "Dr. Şevvali?" "Size arabaya binmenizi öneririm" dedi SewaU. "Eğer yaşamak istiyorsanız." "Onlar bizim dostlarımız" dedi Rose. Elini tutmak için uzandı ve koluna girip onu arabaya doğru götürdü. "Lütfen, seni kimse görmeden arabaya binelim." Başka seçeneği yoktu. Onu her ne bekliyorsa, Rose böyle iste-mişti ve o da ona hayatı boyunca güvenecekti. Rose onu arabaya götürdü, arkasından arabanın içine doğru çekti. İçeri girmeyen Dr. Sewall arabanın kapısını kapattı. "Tanrı yar-dımcınız olsun, Bay Marshall" dedi pencereden. "Umarım bir gün daha az zahmetü şartlarda tekrar görüşürüz." Sürücü kırbacını şıklattı ve araba hareket etti. Norris ancak geriye yaslandığuıda Rose ile ikisinin karşısında oturan adamı görebilmişti. Sokak lambasının ışığı adamm yüzü-nü aydınlattı ve Norris hayretler içerisinde adama baktı. "Hayır, bu bir tutuklama değü" dedi Constable Lyons. "Öyleyse ne?" diye sordu Norris,, "Bir iyilik, eski bir dost için."
West Boston Köprüsü'nden ve Cambridge'deki köylerin için-den geçerek şehir dışına çıktüar. Bu, daha birkaç gece önce Nor-ris'in tutuklu olarak geçtiği yolun aynısıydı ama bu farklı bir yol-culuktu, bu kez kaçınılmaz son duygusuyla değil, umutla seyahat ediyordu. Tüm yol boyunca Rose'un küçük eli Norris'in eliyle içi-ce geçmiş bir halde durdu; bu, ihanetten korkmasına gerek olma-dığının, her şeyin plana göre işlediğinin sessiz teminatı gibiydi. Onun hakkında nasıl kötü şeyler düşünebilirdi ki? Yalnız kız, di-ye düşündü, inanarak ve korkusuzca onun yanında olmuştu ve ben onu hak etmiyorum. Cambridge kasabası karanlık bir kıra ve boş tarlalara açıldı. Güneye, Somerville ve Medford'a doğru ilerlediler; kış ayının al-tında birbirlerine sokulmuş karanlık evlerden oluşan köyleri geç-tiler. Medford'un varoşlarından çıkınca, araba nihayet kaldırım taşlı bir avluya doğru döndü ve yavaşlayıp durdu. "Bir günlüğüne buradadinlenecek3Înizn dedi Constable Lyons, kapıyı açıp dışarı çıkarken. "Kuzeydeki diğer bir güvenli eve git-mek için talimatları yarın alacaksuuz." Norris arabadan inip taştan çiftlik evine baktı. Pencerede ışıl-dayan mum ışığı, gizli yolcuları titrek ışığıyla karşılamıştı. "Bu yer nedir?" diye sordu Norris. Constable Lyons cevap vermedi. Kapıya doğru ilerledi ve iki kere çaldı, durdu, sonra bir kere daha vurdu. Bir süre sonra kapı açıldı ve kurdeleli bir gece bonesi takmış yaşlı bir kadın dışarıya göz gezdirdi, ziyaretçilerinin yüzlerini gör-mek için lambayı yukarı kaldırdı. * "Bir yolcumuz var" dedi Lyons. Kadın Norris'e ve Rose'a bakarak kaşlarını çattı. "Bu ikisi en sıra dışı kaçaklar." "Bunlar en sıra dışı durumlar. Onları, Dr. Grenville'm özel rica-sı üzerine getirdim. Hem Bay Garrison hem de Dr. Şevvali bunu onayladı ve Bay Wilson da nza gösterdi." Yaşlı kadın sonunda başıyla onayladı ve üç ziyaretçinin içeri girmesi için yana çekildi. Norris, sayısız ocak alevinin isi yüzünden kararmış tavanı olan eski bir mutfağa girdi. Duvarlardan biri, içinde gecenin korlarının hâlâ ışıldadığı kocaman bir taş şömineydi. Baş seviyesinden yu-karı demet demet otlar, kurumuş lavanta, çördükotu, pelinotu ve adaçayı salkımları asılmıştı. Norris, Rose'un elini çekmekte oldu-ğunu fark etti ve ona kirişin üzerindeki oyulmuş amblemi işaret etti. Bir peükan. Constable Lyons onların neye Daldıklarını görüp şöyle dedi: "Bu eski bir amblemdir, Bay Marshall, bizim büyük saygı duydu-ğumuz bir amblem. Pelikan, daha büyük bir iyüik için kendini adamayı temsil eder. Bize, ne verirsek onu alacağımızı hatırlatır." Yaşlı kadın ekledi, "O, bizim kardeşliğinüzin mührüdür. Sha-ron'un Gülleri Birliği." Norris kadma doğru döndü. "Sen kimsin? Bu yer nedir?" "Bizler, Gül Haçlılar'ın üyeleriyiz, bayım. Burası da yolcular için bir ara istasyon. Sığmak ihtiyacı olan yolcular için." Norris, sundurmasma pelikan resmi oyulmuş olan Acom Stre-et'teld mütevazı kasaba evini düşündü. O gece Wüliam Lloyd Garri-son'm eve gelen beylerden biri olduğunu hatırladı. Ayrıca, civar dükkânların sahiplerinin fısıldaşmalanm, yabancıların karanlık çöktükten sonra civarda dolaşmalarını hatırladı. Constable Lyons o gece Devriye'ye sınırsız olarak devriye gezmelerini emretmişti. "Onlar, köleliğin loüdırılması taraftarları" dedi Rose. "Burası da bir gizlenme evi." "Bir ara istasyon" dedi Lyons. "Gül Ilaçlılarin güney ile Kana da arasında kurduğu birçok duraktan biri." "Kölelere sığınacak yer mi sağlıyorsunuz?" "Hiçbir insan köle değildir" dedi yaşlı kadm. "Hiçbir insanın bir diğerine sahip olma hakkı yoktur. Bizler, hepimiz özgürüz." "Şimdi anlıyorsunuz, Bay Marshall" dedi Constable Lyons, "ne-den bu evden ve Acorn Street'teki evden asla bahsedilmemesi ge-rektiğini. Dr. Grenville bizi, sizin köleliğin kaldırılması hareketi-nin bir destekçisi olduğunuz konusunda temin etti. Tutsak edilse niz bile, bu istasyonlarla ilgili tek kelime etmemelisiniz, çünkü tahmin edemeyeceğiniz kadar çok sayıda yaşamı tehlikeye atmış olursunuz. On nesüdir insanlar yeterince acı çektiler zaten."
"Size yemin ederim, hiçbir şey söylemeyeceğim" dedi Norris. Birliğimizin ortaya çıkmasıyla baş edemeyiz, ellerinden gelse on-ca insanın bizi kökten kazıyıp yok edeceği bir zamanda değil." "Hepiniz birüğin üyesi misiniz? Dr. Grenville bile mi?" Lyons başıyla onayladı. "Yine, açıklanmaması gereken bir sır." "Bana neden yardım ediyorsunuz? Ben kaçak bir köle değüim. Bay Pratt'a inanırsanız ben bir canavarım." Lyons homurdandı. "Pratt iğrenç adamın teki. Yapabilmeydim onu Gece Devriyesi'nden attırırdım ama halkın gözüne girmeyi başardı. Bu günlerde herhangi bir gazeteyi açın, tüm okuyacakla-rınız kahraman Bay Pratt'ın, muhteşem Bay Pratt'ın yaptıkları. Gerçekte adam tam bir embesü. Senin tutuklanman, onun için en büyük zafer olacaktı." "Sizin bana yardım etme sebebiniz de bu mu? Sadece onun za-ferini engellemek mi?" "Bu, içine bulaştığım belaya pek değecek bir şey değü. Hayır, size yardım ediyoruz, çünkü Aldous Grenville sizin masumiyeti-nizden son derece emin. Hem asılmanıza izin vermek ciddi an-lamda bir haksızlık olurdu." Lyons yaşlı kadına baktı. "Şimdi onu burada sizinle bırakıyorum, Goode Hanım. Yarın Bay Wîlson se-yahati için hazırlıklı dönecek. Bu gece öyle bir hazırlık yapacak vakti olmadı. Her halükârda birazdan gün ağaracak ve Bay Marshall'ın bir sonraki seyahate başlamak için yarın geceye kadar bu-rada kalması en iyisi." Rose'a döndü. "Gelin, Bayan Connolly. Boston'a dönelim mi?" Rose mcinmiş görünüyordu. "Ben onunla kalamaz mıyım?" di-ye sordu, gözleri gözyaşlarmdan parlıyordu. "Tek basına bir yolcu daha hızirvo güvenli hareket, eder. Bay Marshall'a kimsenin yük olmaması önemli." "Ama çok ani ayrılıyoruz!" "Başka seçeneğimiz yok. Bir kez güvende olsun, seni de yanı-na alacaktır." "Onu daha yeni buldum! Onunla kalamaz mıyım, sadece bu ge-ce? Bay Wilson'ın yarın geleceğini söylediniz. Öyleyse yarın onunla Boston'a dönerim." Norris, Rose'un elini daha sıkı tuttu ve Lyons'a bakıp "Onu bir daha ne zaman göreceğimi bümiyorum. Her şey olabilir. Lütfen, şu son birkaç saati beraber geçirmemize izin verin" dedi. Lyons iç çekip başıyla onayladı. "Bay VVilson yann öğleden ön-ce burada olacak. 0 zaman yola çıkmak için hazır ol." Karanlıkta yatıyorlardı, yatakları sadece pencereden sızan ayı-şığıyla aydınlanıyordu ama bu ışık Rose'un onun yüzünü görme-si için yeterliydi. Onun da kendisine baktığını görmek için. "Beni ve Meggie'yi de yanma alacağına söz veriyor musun?" dedi. "Güvenli bir yere varır varmaz, sana yazacağım. Mektup başka bir isimle gelecek ama sen onun benden geldiğini bileceksin." "Keşke şimdi ben de seninle gidebüseydim." "Hayır, senin Dr. Grenvülein evinde güvende kalmam istiyo-rum, benimle birlikte o kasvetli yoUarda sürünmeni istemiyorum. Meggie'nin bakıldığını bilmek de çok güzel. Gerçekten, olabüe-cek en iyi yeri buldun." "Bana onu saklamamı söylediğin ve benim de bildiğim tek yer." "Benim akıllı Rose'um! Beni çok iyi tanıyorsun." Norris onun yüzünü eUerinin arasına aldı. Rose ellerinin sıcak-lığıyla iç çekti. "Bizim için en iyisi henüz yaşanmadı. Buna inanmak zorunda-sın, Rose. Tüm bu yargılamalar, sefaletler sadece bizim geleceği-mizi daha da güzelleştirmeye yarayacak." Hafifçe dudaklarım onunkilere değdirdi, yüreğini göklere çıkarması gereken bir öpücük. Onun yerine, bu öpücük Rose'un boğazına hıçkırık dol-du, çünkü olursa bir daha tekrar ne zaman görüşeceklerini bil-miyordu. Norris'i bekleyen yolculuğu, gizli ara istasyonları ve buz gibi soğuk yolları düşündü, hepsi nereye varacaktı? Gelece-ği kestiremiyordu ve bu da onu korkutuyordu. Önceleri bir kız olarak her zaman neyin yaklaşmakla olduğunu hayal edebilmiş ti: Terzi olarak çalıştığı yılları, tanışacağı delikanlıyı, doğuracağı çocukları. Ama şimdi, geleceği düşündüğünde, hiçbir şey gör-müyordu, ne Norris'le beraber yaşadığı bir ev, ne çocuklar, ne de mutluluk. Neden gelecek birden yok olmuştu? Neden bu gece hiçbir şey öngöremiyordu? Yoksa bu beraber olacağımız tek gece mi?
"Beni bekleyeceksin, değil mi?" diye fısıldadı Norris. "Daima." "Sana gizlenmekten başka ne verebilirim bilmiyorum. Her za-man arkamızı kollamak, her zaman kelle avcısını gözlemek. Se-nin hak ettiğin bu değil." "Senin hak ettiğin de bu değü." "Ama bir seçeneğin var, Rose. Bir gün kalkıp da bundan piş-man olacağından korkuyorum. Neredeyse bir daha birbirimizi görmemeyi tercih ederim." Ayışığı gözyaşlarını bulanıklaştırdı. "Bunu demek istemiş ola-mazsın." "Bunu demek istedim, sadece sen mutlu olmayı hak ettiğin için. Gerçek hayatta bir şansın olmasını istiyorum." "Gerçekten istediğin bu mu?" diye fısıldadı. "Hayatlarımızı ay-rı yaşamak mı?" Hiçbir şey söylemedi. "Bana şimdi söylemelisin, Norrie. Çünkü eğer söylemezsen, mektubunu hep bekliyor olacağım. Saçlarım beyazlayana, meza-rım kazılana kadar bekleyeceğim ve o zaman bile, bekliyor olaca-ğım..." Sesi çatladı. "Dur. Lütfen dur." Kollarıyla Rose'u sardı ve onu kendisine doğru çekti. "Eğer gerçekten kendini düşünmeyen biri olsaydım, sana beni unutmanı, mutluluğu başka yerde aramanı söylerdim." Kederii bil kahkaha attı. "Ama görünen o ki, ben o kadar asil bi-ri değilim. Bencilim ve sana sahip olacak ya da sevecek herhangi bir erkeği kıskanırım. O adam ben olmak istiyorum." "Öyleyse sen ol." Rose uzandı ve sıkıca onun gömleğini kavra-dı. "O sen ol." Geleceği göremiyordu; sadece önündeki birkaç saati görebüi-yordu ve sahip olabilecekleri tek gelecek bu gece olabilirdi. Her kalp atışıyla, birlikte olduklan zamanın kayıp gittiğini, hiçbir şe-ye ulaşamadan uzaklaştığını, geriye sadece anılarla gözyaşı kaldı-ğını hissedebiliyordu. Böylece Rose, birlikte geçirebilmeleri için ne kadar zaman kal- 28i mişsa her arımı değerlendirdi. Ateşli ellerle elbisesinin kancaları-nı ve bağcıklarını çözdü, acele etmeleri gerektiğinden nefesi hız-lanmış, telaşlanmıştı. Kısacık bir zaman dilimi içinde gün ağara-caktı. Daha önce bir adamla hiç sevişmcmişti ama bir şekilde ne yapacağını biliyordu. Onu neyin memnun edeceğini, onu kendisi-ne her zaman neyin bağlayacağım biliyordu. Ayışığı yoğun krem rengiyle göğüslerinde, çıplak omuzlarında, bütün mahrem yerlerinde, birbirlerine hiç göstermemiş oldukları o kutsal yerlerde parladı. Bu, bir kadının kocasına verdiği şey, di-ye düşündü Rose ve her ne kadar birleştikleri anda nefesi kesil-ınişse de, bundan dolayı mutluydu, çünkü bu acı bir kadının ha-yatında, bozulmuş bekâretinde, her çocuğun doğumunda kazan-dığı zaferleri gösteriyordu. Artık sen benim kocamsın. Gece bitmeden bir horozun öttüğünü duydu. Bir anda uyana-rak şöyle düşündü: Ay yüzünden kendini şaşıran çügın yaşlı kuş, hâlâ uykuda olan dünyaya sahte bir şafağın haberini veriyordu. Ama bu yanlış bir şafak değildi, kısa süre içinde pencerede gün ışımıştı ve Rose gözlerini açtığında, karanlığın kaybolup, yerini soğuk ve kasvetli bir griliğe bıraktığını görmüştü. Umutsuzluk içinde, günün ışıldamasını, gökyüzünün daha da mavileşmesini izledi ve yapabilse gündüzü gizleyecekti ama Norris'in nefesinde-ki değişimi hissetti, onun böyle sçşli bir şekilde kendisine sarıl-masına neden olan rüyadan uyanışını hissetti. Norris gözlerini açıp gülümsedi. "Dünyanın sonu değil" dedi, Rose'un üzgün yüzünü görünce. "Bununla da baş edeceğiz." Rose gözlerini kırparak yaşlan uzaklaştırdı. "Ve mutlu olacağız." "Evet." Rose'un yüzüne dokundu. "Çok mutlu olacağız. Sadece buna inanmak zonındayız." "Ben başka hiçbir şeye inanmıyorum. Sadece sana." Dışarıda bir köpek havlıyordu. Norris kalktı ve dışan bakmak için pencereye doğru gitti. Rose onun orada duruşunu, sabah ışı-ğında hatları belirginleşen çıplak sırtını seyretti ve büyük bir ar-zuyla her bir kıvrımı, her bir kası hafızasına kaydetti. Ondan tek-rar haber alana kadar kendimi bununla teselli edeceğim, diye dü-şündü. Bu anın hatırasıyla. "Bay VVilson seni almaya geldi" dedi Norris. "Bu kadar çabuk mu?" "Onu görmek için aşağıya inmeliyiz." Yatağa geri geldi. "Bir da
ha bunu söyleme şansım ne zaman yakalayacağımı bümiyorum. O yüzden şimdi söylememe izin ver." Rose'un yanma yere diz çö-küp elini tuttu. "Seni seviyorum, Rose Connolly ve geri kalan hayalımı seninle geçirmek istiyorum. Seninle evlenmek istiyorum Eğer kabul edersen." Rose gözyaşları içinde ona baktı. "Ediyorum, Norrie. Ah, edi-yorum." Norris, Rose'un avucunu kendi avucuna bastırdı ve parmağın-dan asla çıkarmadığı Aurnia'nın süs yüzüğüne bakıp gülümsedi. "Ve sana söz veriyorum, bir dahaki sefere takacağın yüzük" dedi, "değersiz bir teneke ve cam parçası olmayacak." "Yüzük umurumda değil. Ben sadece seni istiyorum." Norris kahkaha atarak, onu kollarına aldı. "Hiç zahmetli bir eş olmayacaksın!" Kapının yüksek sesle çalınması üzerine her ikisi de kaskatı ke-sildi. Dışarıdan yaşlı kadının sesi duyuldu: "Bay Wîlson geldi. Boston'a hemen dönmek istiyor, genç bayan bir an önce aşağıya gelse iyi olur." Merdivenlerden aşağı inerken kadının ayak sesle-ri duyuldu. Norris, Rose'a baktı. "Sana söz veriyorum, bu son ayrılışımız olacak" dedi. "Ama şimdi aşkım, ayrılma vakti." X2 Oliver VVendell Holmes, Edward Kingston'ın salonunda otur-muş, sol tarafındaki Kitty'yi ve sağ tarafındaki kız kardeşi Gwen-dolyn'i dinliyorken, cehennemde hapsolmanın daha tahammül edilebilir bir şey olduğuna kanaat getirmişti. Belliwer kardeşlerin bugün Edwardi ziyaret edeceklerini bilseydi, uzak kalırdı; en az on günlük bir yolculuğa çıkardı. Ama insan bir kere birinin evine adımını atınca, hemen kaçmaya çalışmak büyük kabalık olurdu. Yine de bu seçeneği düşündüğünde artık çok geçti, çünkü Kitty ve Gwen güzelce tünemiş oldukları sandalyelerinden fırlamış ve VVendell'in iki koluna girerek, avlarım taşıyan aç örümcekler gibi salona çekmişlerdi onu. îşte şimdi mahvoldum, diye düşündü VVendell, ziyareti boyunca içtiği üçüncü fincan çayı elinde denge-de tutmaya çalışırken. Tüm öğleden sonra buraya hapsohnuştu ve ilk önce kimin idrar kesesinin patlama noktasına gelip, sahibi-ni bu ziyareti sonlandırmaya iteceğini görmek için beklemekten başka çare kalmamıştı. Ne yazık ki, genç bayanların idrar keseleri demirdenmiş gibi görünüyordu ve onlar, Edvvard ve annesiyle dedikodu ederken, mutlu mesut, çay üstüne çay içiyorlardı. Onları cesaretlendirmek istemediğinden, Wendell çoğunlukla sessiz kalmayı tercih etti ve zaten kızlar onun bir keüme etmesine fırsat verecek kadar uzun süre konuşmadan duramadıklarından, bu durumdan hiç rahatsız olmamış gibiydiler. Mesela bir kardeş nefes almak için sussa, di-ğeri hemen aynı dedikoduyu ya da kinayeli düşüncelerini kaldığı yerden devam ettiriyordu, sadece nefes alma gereksinimiyle kı-sıtlı olan gerçek bir sözcük maratonuydu. "Korkunç bir deniz yolculuğu olduğunu ve neredeyse bu yüz-den ölmek üzere olduklarım söyledi. Ama ben sonra Bay Carter ile konuştum ve o bir şey olmadığım, sadece Atlas Okyanusu'nda çıkan bir fırtına olduğunu söyledi. İşte görüyorsunuz, yine nasıl da abartıyor..." "... her zamanki gibi. Her zaman abartıyor. Tıpkı Bay Mason 'm dünyaca ünlü bir mimar olduğu konusunda ısrar edişi gibi. Son ra biz öğrendik ki, Virginia'da küçük bir opera evi inşa etmiş. Ba na anlatıldığına göre de hiçbir etkileyici tarafı yokmuş ve kesin likle Bay Bulfmch'in seviyesinde değilmiş..." Wendell esnemesini bastırdı ve kardeşler, zerrece önemseme cüği insanlar hakkında abuk sabuk konuşmalar yaparken, o pen cereden dışarıyı seyrediyordu. Bir yerlerde bununla ilgili bir şiir var, diye düşündü. Şık giysiler içindeki işe yaramaz kızlarla ilgili bir şiir. Diğer kızların, o adı sanı bilinmeyen kızların diktiği elbi-seler içinde gezen kızlarla ilgili. "... ve kelle avcılarının onu eninde sonunda yakalayacaklarına beni temin etti" dedi Kitty. "Ah, onunla ilgili hoş olmayan bir şey-lerin döndüğünü biliyordum. Kötülüğü hissedebiliyordum." "Ben de!" dedi Gwen, tüyleri ürpererek. "O sabah kihsede ya-nma oturmak bile... nedense tüylerimi ürpertmişti." Wendell'in dikkati birden tekrar kızlara yöneldi. "Bay Mars-hall'dan mı bahsediyorsunuz?" "Elbette. Herkes ondan bahsediyor. Ama siz son birkaç gündür Cambridge'te olduğunuzdan, Bay Holmes, bütün dedikoduları kaçırdınız." "Cambridge'te yeterince duydum, teşekkür ederim."
"Korkunç değil mi?" dedi Kitty. "Bir katille yemek yiyip, dans ettiğimizi düşününce? Hem de nasıl bir katil? Birinin yüzünün derisini yüzen! Birinin dilini kesen!" Kesmekten keyif alacağım iki kadın dili biliyorum. "Ben de" dedi Gwen, gözleri heyecandan parlıyordu, "bir suç ortağı olduğunu duydum. İrlandalı bir kız." O lekeleyici kelimeyi söylerken sesini alçalttı: "Maceracı bir kadın." "Duyduklarınız saçmalık!" diye bağırdı Wendell. Wendellin açıkça aksini iddia etmesi karşısında Gwen ona dik dik baktı. "Siz aptaUann, bahsettiMeriniz konusunda hiçbir fikriniz yok. Her ikinizin de." "Aman Tamım" diye hızla söze kanştı Edvvard'm annesi. "Çay-danlık boşalmış olmalı. Sanınm biraz daha istesem iyi olacak." Zili aldı ve hızla çaldı. "Ama biz neden bahsettiğimizi çok iyi biliyoruz, Bay Holmes" dedi Kitty, Şimdi söz konus u ola n gururuydu v e nezaketin yerini İnici] sözler alınıştı, "Gece Devriyesi'ne çok yakın olan kaynakla nuuz var. Ona çok yakın kişiler." "Birinin dedikoducu karışıdır, tâhminimce." "Aa, bu çok kaba bir ifade." Bayan Kingston tekrar hizmetçi zilini çaldı, ancak bu kez ümit-sizce. "Bu kız da nerede? Taze çaya ihtiyacımız var!" "VVendell" dedi Edvvard, ortalığı yatıştırmaya çalışarak. "Kalp kırmaya hiç gerek yok. Sadece asılsız bir muhabbet." "Sadece mi? Norris'ten bahsediyorlar. Onun böyle iğrençlikle-re girişmediğini sen de benim kadar iyi biliyorsun." "Öyleyse neden kaçtı?" dedi Gwen. "Neden o köprüden atladı? Bunun, suçlu adamların yaptığı bir davranış olduğu kesin." "Ya da korkmuş bir adamın." "Eğer masumsa, kalmalı ve kendisini savunmalıydı." VVendell kahkaha attı. "Sizin gibilere karşı mı?" "Gerçekten, Wendell" dedi Edvvard. "Sanırım konuyu değiştir-mek en iyisi." "Şu kız nereye gitti?" dedi Bayan Kingston, öfkeyle yürüyerek. Kapıya doğru gitti ve seslendi: "Nellie, sağır mısın? Nellie! Hemen biraz daha çaya ihtiyacımız var!" Kapıyı hızla kapadı ve sandalye-sine geri döndü. "Bugünlerde terbiyeli hizmetçiler bulmak im-kânsız diyebilirim." VVelliver kardeşler gücenmiş bir halde sessizce oturdular, ikisi de VVendell'in bulunduğu tarafa bakmıyorlardı. Centilmence dav-ranışlarm sınırını aşmıştı ve bu da cezasıydı: Kayda alınmamak ve küsmek. Sanki çok umurumda, diye düşündü VVendell, aptallarm muha-tabı olmuşum ya da olmamışım. Fincanım ve tabağını yerine bı-raktı. "Çay için çok teşekkür ederim, Bayan Kingston" dedi. "Ama korkarım ki gitmem gerek." Ayağa kalktı, Edvvard da kalktı. "Alı, ama taze bir demlik çay geliyor!" Kapıya doğru baktı. "Ta-bii o sersem kız işini yaparsa." "Çok haklısınız" dedi Kitty, bilerek Wendellin varlığını inkâr ediyordu. "Bugünlerde terbiyeli temizlikçi yok. Neden mi, annem bizim hizmetçi ayrıldıktan sonra bu mayısta korkunç günler ge-çirdi. Hiçbir haber vermeden evden kaçıp evlendiğinde daha üç aydır bizimleydi. Basitçe bizi çaresiz bırakarak çekip gitti." "Ne sorumsuzluk." VVendell, "İyi öğleden sonraları, Bayan Kingston. Bayan VVelli-ver, Bayan VVelliver" dedi. Ev sahibesi başıyla onayladı ama iki kız selamını kabul elim-diler. O ve Edvvard kapıya doğru ilerlerken onlar sohbetlerine de vam ettiler. "Hem biliyorsunuz ki, Providence'ta da bu günlerde terbiyeli bir hizmetçi bulmak çok zor. Aurnia bir mücevher değildi ama en azından gardırobumuzu nasıl düzenli tutacağını biliyordu." Wendell birdenbire durduğunda salondan dışarı adımını atmak üzereydi. Dönüp, gevezeük etmeye devam eden Gvven'e baktı. "Onun yerine uygun birini bulmamız tam bir ayımızı aldı. O za-mana kadar çoktan haziran gelmişti ve Weston'daki yazlık evimi ze gitmek için hazırlanmamız gerekiyordu." "Adı Aurnia mrydı?" dedi VVendell.
Gwen, kimin onunla konuşmuş olabileceğini merak edercesi-ne etrafına bakındı. "Hizmetçiniz" dedi VVendeU. "Bana ondan bahsedin." Gwen soğuk bir şekilde ona baktı. "Tanrı aşkına, bu sizi neden ilgilendiriyor, Bay Holmes?" "Genç miydi? Güzel miydi?" "Bizim yaşlarımızdaydı, değil mi Kitty? Güzelliğe gelince... şey, bu kişiye göre değişir." "Peki ya saçları... ne renkti?" "Tanrı aşkına, neden?.." "Ne renk?" Gwen omuz silkti. "Kızıl. Fazla dikkat çekici, gerçekten de bu alev rengi saçları olan kızların hepsi aynı zamanda ne kadar da çilliler." "Nereye gittiğini biliyor musunuz? Şimdi nerede?" "Neden bilmemiz gerekiyor? Aptal kız bize tek kelime etmedi." Kitty, "Sanırım annem bilebilir. Ama bize söylemez, çünkü bu, insanın elit bir ortamda hakkında konuşacağı türden bir şey değil." Gwen suçlarcasına kardeşine baktı. "Neden bunu daha önce benünle paylaşmadın? Ben sana her şeyi anlatıyorum!" Edvvard araya girdi, "VVendell, basit bir hizmetçiyle fazla Ugile-niyor gibisin." VVendell sandalyesine geri döndü ve kafalarmm karıştığı açık-ça belli olan VVelliver kardeşlerin karşısına oturdu. "Tam adından başlayarak bana bu kız hakkmda hatırlayabildiğiniz her şeyi an-latmanızı istiyorum. Tam adı Aurnia Connolly miydi?" Kitty ve Gwen şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. "Ama Bay Holmes" dedi Kitty. "Bunu nasıl büdiniz?" "Burada sizi görmek lflteyCTI bir bey var," dedi Bayan Furbush. Rose, başını söküklerini dikmekte olduğu gecelikten kaldırdı. Ayaklannrn yanında, o gün üzerinde çalıştığı giysilerin bulundu-ğu sepet duruyordu, Bayan Lackaway'in kenarları sökülmüş ete-ği, Bay Grenvillein cebi kopmuş pantolonu ve düğmelerinin yeri-ne dildlmesi ve dikişlerinin yenilenmesi gereken bütün o gömlek-ler, bluzlar ve yelekler. 0 sabah eve geri döndüğünden beri, tüm üzüntüsünü çok sayıda sökük onarma ve dikme işine yönlendir-mişti; bu, ona karşı gösterdikleri nezaketi geri ödemek için bildi-ği tek yoldu. Bütün öğleden sonra, fhutfağm o köşesinde kambu-ru çıkana kadar oturmuş, sessizce dikiş dikmişti, ıstırabı yüzün-den öyle açıkça okunuyordu ki, diğer hizmetçiler buna saygı du-yarak yalnız kalmasına izin vermişlerdi. O ana kadar kimse onu rahatsız etmemiş, onunla konuşmayı bile denememişti. "Beyefendi arka kapıdalar" dedi Bayan Furbush. Rose geceliği sepetine bırakıp ayağa kalktı. Mutfağı geçerken, kâhyanın onu meraklı gözlerle seyrettiğini hissedebiliyordu ve kapıya vardığında bunun sebebini anladı. YVendell Holmes hizmetçilerin giriş kapısında bekliyordu, ziya-rete gelmiş bir beyefendi için tuhaf bir yerdi. "Bay Holmes" dedi Rose. "Neden arka kapıdan geldiniz?" "Seninle konuşmam gerek." "İçeri gelin lütfen. Dr. Grenville evde." "Bu özel bir konu, sadece senin duyman gerek. Dışarıda konu-şabilir miyiz?" Yan dönüp bakmınca, kâhyanın onlan izlediğini gördü. Tek ke-lime etmeden, arkasından mutfak kaptsrru çekerek dışan çıktı. O ve Wendell, gün batımınm soğuk ışığında cüız gölgeler oluşturan çrplak ağaçların bulunduğu yan bahçeye çıktüar. "Norris'in nerede olduğunu biüyor musun?" (üye sordu Wen-dell. Rose tereddüt edince de, şöyle dedi: "Bu acil bir durum, Ro-se. Biliyorsan eğer, bana güvenmek zorundasın." Rose başını hayır anlamında salladı. "Söz verdim." "Kime söz verdin?" "Sözümü bozamam. Sizin için bile olsa." "Öyleyse nerede olduğunu biliyorsun." "O güvende, Bay Holmes. iyi ellerde." Onu omuzlanndan tuttu. "O, Dr. Grenvüle miydi? Kaçmanızı organize eden o muydu?" vVendellin çılgına dönmüş gözlerine baktı. "Ona güvenebiliriz, değil mi?" .•') () VVendell homurdandı. "O zaman Norris için zaten çok geç ola bilir." "Neden böyle söylüyorsunuz? Beni korkutuyorsunuz."
"Grenville, asla Norris'in yargılanması için hayatta kalmasına izin vermeyecektir. 0 zaman çok fazla sır açığa çıkacaktır, bu OV halkını yok edecek zararlı sırlar." Başını kaldırıp Aldous Grenvıl lein görkemli evine baktı. "Ama Dr. Grenville Norris'i her zaman savundu." "Peki sen, böyle itibarlı bü adamın ismi cismi, akrabaları belli olmayan bir öğrenciyi savunarak itibarını neden ayaklar altına al dığını hiç merak etmedin mi?" "Çünkü Norris masum! Ve..." "Onu mahkemeden uzak tutmak için yaptı. Sanırım, Norris'in halk kararıyla ve gazetelerin ilk sayfalarıyla mahkemede yargı lanmasını istiyor. Tüm gereken, idamı gerçekleştirmesi için bir kelle avcısı. Kellesine ödül konduğunu biliyorsun, değil mi?" Gözyaşları içinde yutkundu. "Evet." "Hepsi çok münasip bir şekilde sona erecek. Batı Yakası Katili yakalanıp, öldürüldüğünde." "Dr. Grenville bunu neden yapsın? Neden, Norris'in aleyhine dönsün?" "Şimdi bunu açıklayacak zaman yok. Bana sadece Norris'in ne-rede olduğunu söyle, söyle ki onu uyarabileyim." Rose, ne yapacağını bilmez bir halde ona baktı. Daha önce VVen-dell Holmes'tan hiç şüphe etmemişti ama şimdi görünüşe göre, her-kesten, bir zamanlar en güvendiklerinden büe şüphe etmeliydi. "Gece olunca" dedi, "Medford'tan ayrılacak ve Vvinchester yo-lu üzerinden kuzeye hareket edecek." "Nereye gidiyor?" "Hudson kasabasma. Nehirdeki değirmen evine. Kapının üzeri-ne kazınmış bir pelikan resmi var." Başıyla onayladı. "Umarım o Hudson'a ulaşmadan ona yetişi-rim." Gitmek için döndü, soma durup tekrar ona baktı. "GrenvU-le tek kelime etme" diye uyardı. "Hepsmden de öte, çocuğun ne-rede olduğunu kimseye söyleme. Gizli kalmalı." Rose onun bahçeden koşarak çıkışuu izledi ve bir an sonra atın nal seslerinin uzaklaştığını duydu. Güneş çoktan gökyüzün-de alçalmıştı ve bir saat içinde Norris Winchester yol boyunca se-yahate başlayacaktı. Yalnız bir yolcuya pusu kurmak için hava karardıktan sonradan daha iyi bir zaman olur muydu? Acele et, Wendell. Ona ilk ulasan sen ol. Olu yapraklan ve tozu savurarak bahçeden an i hır rüzgâr geç ti ve Rose baüna yüzünden gözlerini kıstı. Kısılmış gözleri için-den, yürüyüş yolu boyunca hareket eden bir şey gördü. Rüzgâr kesildi ve Beacon Street kapısının içinden geçmekte olan köpeğe baktı. Köpek çimenleri kokladı, kaygan yol boyunca serpiştiril-miş olan külleri eşeledi. Sonra bir bacağını kaldırdı, bir ağaca işe-di ve kapıya doğru geri yürümeye başladı. Rose, onun bahçeden koşarak çıkışım izlerken birdenbire bu anı daha önce de yaşamış olduğunu fark etti. Ya da buna çok benzer bir anı. Ama o zaman geceydi. İnsanın içini kemiren bir üzüntü duygu-suyla gelen o görüntüyle birlikte kederli bir anımsama yaşadı, ha-tırladıkları öyle korkunçtu ki, hafızasını unutulmuş acılann ka-ranlık salonuna geri itmek istedi. Ama o amya tutundu, inatla o hassas anı geri çekti, ta ki o anı onu kucağında yeni doğmuş ye-ğenini tutarken ve dışandaki geceye bakarken bir pencerenin önünde durmuş olduğu ana götürdü. Hastane bahçesine gelen bir atla faytonu hatırladı. Agnes Poole'un faytonun içindeki kişiyle konuşmak için karanlıkların içinden dışan çıkışını hatırladı. Ve bir detay daha hatırladı: Sinirli atı, yanından bir köpek ge-çerken toynaklarını sinirli sinirli takırdatışmı. Parlayan sokak taşlarına büyük bir köpeğin silueti düşmüştü. O gece oradaki Büly'nin köpeğiydi. Billy de orada mıydı? Kapıya doğru koştu ve kanını donduran bir ses duyduğunda Beacon Street'e çıkmak üzereydi. "Bayan Connolly?" Döndüğünde, Dr. Grenville'm ön kapıda durmakta olduğunu gördü. "Bayan Furbush, Bay Holmes'ün geldiğini söyledi. Nerede ken-disi?" "O... o gitti, efendim." "Benimle hiç konuşmadan mı? Bu çok tuhaf. Charles, arkada şmın ona tek kelime etmeden gitmesi karşısında hayal kmklığm uğrayacak." "Sadece birkaç dakika kaldı."
"Öyleyse neden gelmiş? Tann aşkına, neden arka kapıdan gel yor hem?" Adamın bakışları karşısında Rose kızardı. "Sadece nasıl geçir diğirni sormak için uğramış, efendim. Yemek vakti bu kadar yal laşmışken sizi rahatsız etmek istemedi." Grenville bir an için onu inceledi. Rose onun yüzünü okuyan yordu ve onun da kendisininkini okuyamamasım diliyordu. "Bay Holmes'ü tekrar gördüğünüzde" dedi, "ziyaretlerinin asi rahatsrzhk konusu olmayacağını söyleyin. Gündüz veya gece." "Tabu, efendim" diye mırıldandı "Rose. "Sanırım Bayan Furbush sizi anyor." Eve geri döndü. Rose, Beacon Street'e göz gezdirdi. Köpek gözden kaybolmuşu 33 Ev halkı nihayet sessizliğe gömüldüğünde neredeyse gece ya-nsıydı. Mutfaktaki karyolasında yatarken, Rose üst kattaki seslerin kesilmesini, ayak seslerinin durmasını bekledi, işte o zaman kar-yoladan kalkıp pelerinini giydi. Arka kapıdan çıktı ve evin yan ta-rafından yürümeye başladı, ama tam ön bahçeye çıkmak üzerey-di ki, bir yük arabasının evinin önünde dunırken çıkardığı takır-tılan duydu ve gölgelik bir yere girdi. Biri ön kapıyı çaldı. "Doktor! Doktora ihtiyacımız var!" Bir süre sonra kapı açüdı ve Dr. Grenvüle, "Ne oldu?" diye sordu. "Bir yangın, efendim, Hancock Rıhtımı yakınlarında! iki bina yandı ve kaç yaralı olduğunu bilmiyoruz. Dr. Sewall sizin yardımı-nızı istiyor. Arabam sizi bekliyor, efendim, eğer gelecekseniz." "Çantamı alayım." Bir süre sonra ön kapı kapandı ve araba hareket etti. Rose, gizlendiği yerden çıkıp ön kapıdan Beacon Street'e çık-tı. Önünde uzanan ufuk çizgisi üzerinde gece göğü kıpkırmızı ışıl-dıyordu. Yanından bir yük arabası sallanarak geçti, yanan nhüma doğru gidiyordu ve iki delikanh büyük gösteriye katılmak için te-laşla koşuyordu. Rose onlann peşinden gitmedi, onun yerine Be-acon Tepesi'nin ıssız yamacından çıkıp Batı Yakası olarak büüıen bölgeye doğru ilerledi. Yirmi dakika sonra bir ahınn avlusuna girdi ve dikkatle ahınn kapısını açtı. Karanlıkta, tavuklann kısık sesle gıdaklamalanm duydu, at ve saman kokusu aldı. "Billy?" diye seslendi hafifçe. Çocuk cevap vermedi. Ama yukarıda bir yerlerde, samanlığın içinde bir köpek inledi. Gölgelerin içinden dar merdivene doğnı üerleyip, merdivenlerden çiktl. Billy'nin uzun ve zayıf silueti pencerede belinni.şiı Ayakta durmuş, doğudaki kızıl ışıltıya bakıyordu. "Billy?" diye fısıldadı Rose. Billy ona döndü. "Bayan Rose, balan! Bir yangın var!" "Biliyorum." Rose samanlara tırmandı ve köpek de onun elini yalamak için hızla yanına koştu. "Gittikçe büyüyor. Buralara da sıçrar mı dersin? Bir kova su al-sam mı?" "Billy, sana bir şey sormam gerek." Ama Billy ona hiç dikkatini vermedi; bakışı alevlerin ışığında durağanlaşıp kalmıştı. Rose koluna dokundu ve onun titrediğini hissetti. "Rıhtımda söndü" dedi. "Buraya kadar gelemez." "Evet gelebilir. Babamın üzerine çatıdan bir alevin sıçradığını gördüm. Bir kovam olsaydı, onu kurtarabilirdim. Keşke bir ko-vam olsaydı." "Baban mı?" "Kapkara oldu, Bayan Rose, pişmiş et gibi. Bir mum yaktığınız zaman, mutlaka bir de kova bulundurmalısınız." Doğuda alevler parlıyordu. Bir alev yukarı sıçrayıp, gökyüzüne turuncu bir saman tırmığı gibi pençe attı. Çocuk, sanki kaçmaya hazırmış gibi pencereden geri çekildi. "Billy, bir şeyi hatırlamana ihtiyacım var. Bu çok önemli." Çocuk, düşmanına arkasmı dönmeye korkuyormuş gibi bakış-larını pencereden ayırmadı. "Meggie'nin doğduğu gece, onu götürmek için hastaneye bir fayton gelmişti. Hemşire Poole, gelenin bebek bakımevinden ol-duğunu söylemişti ama yalan söylüyordu. Sanırım Meggie'nin ba-basına haber göndermişti. Meggie'nin gerçek babasına." Çocuk hâlâ ilgüenmiyordu.
"BiUy, o gece senin köpeğini hastanede görmüştüm, bu yüzden senin de orada olduğunu biliyorum. Avludaki faytonu görmüş ol-malısın." Rose çocuğun kolunu kavradı. "Bebeği almaya kim gel-mişti?" Sonunda Billy ona baktı ve Rose pencereden gelen ışıkla ço-cuğun şaşkın yüzünü gördü. "Bilmiyorum. Notu yazan Hemşire Poole'dü." "Hangi notu?" "Ona vermemi söylediği notu." "Senden bir not teslim etmeni mi istedi?" "Acele edersem yanın dolar vereceğim söyledi." Köse çocuğa baktı; olcuma yazması olmayan çocuğa. Birkaç bozukluk İçin ya da sırtının hafifçe okşanması uğruna neşe için-de ayak işleri için koşan Yanın Akıl Billy'den daha iyi bir ulak ola-bilir miydi? "Seni o notla nereye gönderdi?" diye sordu Rose. Bakışlan yine alevlere dönmüştü. "Büyüyor. Bu yöne geliyor." "Billy." Onu sertçe sarstı. "Notu nereye götürdüğünü bana göster." Çocuk pencereden geri geri çekilirken başıyla onayladı. "Yan-gından uzakta. Orada daha güvende oluruz." Merdivenlerden inip, ahırdan çıktı. Beacon Tepesi'nin kuzey yamacına doğru ilerlerlerken, köpek de arkalarında kuyruk salla-yarak onlan takip ediyordu. Billy sık sık durup, alevlerin peşle-rinden gelip gelmediğini görmek için doğuya bakıyordu. "Evi hatırladığından emin misin?" diye sordu Rose. "Tabii ki hatırlıyorum. Hemşire Poole bana yanm dolar verece-ğini söylemişti ama vermedi. Onca yolu geldim ve beyefendi ev-de yoktu. Ama ben yanm dolanmı istiyordum, bu nedenle notu bayana verdim ve o da kapıyı yüzüme kapadı. Aptal kız! Yanm dolanım hiç alamadım. Hemşire Poole'un yanma geri gittim ve o da bana yanm dolan vermedi." "Nereye gidiyoruz?" "Bu yoldan. Bihyorsun." "Bilmiyorum." "Evet, biliyorsun." Beacon Street'e çıkan tepeden indiler. Çocuk yine doğuya bak-tı. Gökyüzü çirkin bir turuncu renkteydi ve duman havada fela-ket kokusu taşıyarak onlara doğru geliyordu. "Acele et" dedi Billy. "Ateş nehri geçemez." Beacon Street'te koşmaya başladı, Mili Barajı'na doğnı gidiyordu. "Billy, notu nereye teslim ettiğini bana göster. Beni doğruca o kapıya götür!" "işte burada." Bir kapıyı itti ve bahçeye girdi. Köpek de peşin-den koştu. Rose sokakta durdu ve hayretler içinde Dr. Grenville'ın evine baktı. "Notu arka kapıya götürdüm" dedi. Evin etrafında dolaşmaya başladı ve karanlıkta gözden kayboldu, "işte onu getirdiğim yer, Bayan Rose!" Rose orada öylece kalakaldı. Dem,ek Aurnia'nın o gece doğum odasında söylediği sır buydu. Köpeğin hırlamasuu duydu. "Billy?" dedi. Yan bahçeye doğru peşinden gitti. Etraf öyle ka-ranlıktı ki, onu göremedi. Bir an tereddüt etti, karanlığın içinden bakarken kalbi küt küt atıyordu. Birkaç adım attı ve sonra köpe-ğin tüyleri diken diken olmuş bir halde hırlayarak üzerine geldi-ğini görünce durdu. Nesi vardı? Neden ondan korkuyordu? Omurgasmdan bir ürperti yükseldi ve izlediği yolda dondu kaldı. Köpek ona hırlaımyordu, Rose'un arkasındaki bir şeye hırlıyordu. "Billy?" dedi Rose ve arkasına döndü. "Daha fazla kan dökülmesini istemiyorum. Arabamı temiz tut-tuğunu görmek istiyorum. Zaten Jburada bir pislik var ve gün ağarmadan bu patikayı temizlemek zorunda kalacağım." "Ben bunu yalnız yapmıyorum. Yapümasını siz istiyorsunuz, madam, sorumluluğun yansı size ait." Başında zonklayan ağn eşliğinde Rose boğuk seslerini duyu-yordu ama onlan göremiyordu, hiçbir şey göremiyordu. Gözleri-ni açtı ve mezar gibi zifiri bir karanlıkla karşılaştı. Bir şey üzeri-ne baskı yapıyordu, öyle ağırdı ki Rose hareket edemiyor, zar zor nefes alabiliyordu. Sesler tartışmaya devam ediyordu, her telaşlı fısıltıyı duyabilecek kadar ona yakındılar.
"Ya yolda durdımılursam?" dedi adam. "Ya biri beni bu arabay-la fark ederse? Onu sürmek için hiçbir sebebim yok. Ama eğer sen yanımdaysan..." "Bununla başa çıkman için sana yeterli ödemeyi yaptım." "Darağacında sallanma riskine yetecek kadar değil." Adam, Billy'nin köpeğinin hırlaması üzerine durdu. "Lanet köpek" dedi ve köpeğüı acılı havlaması hıçkınğa döndü. Rose nefes almak için mücadele etti ve kirli yün ile yıkamnamış vücut kokusunu içine çekti, bu kokular tehlikeyi haber verircesi-ne tanıdıktı. Bir kolunu çıkarmayı başardı ve üzerinde yatan şeyi el yordamıyla inceledi. Düğmelere ve yün kumaşa dokundu. Eli yıpranmış bir yakanın üzerinden geçti ve birdenbire bir cilde do-kundu. Bir çene olduğunu hissetti, gevşek ve hareketsizdi, olgun-laşmamış bir sakalın zavallı ilk tüyleriylc bir çene; sonra yapış ya-pış bir şey, parmaklannı yoğun pas kokusuyla kaplayan bir şey. Billy. Rose onun yanağını çimdikledi ama çocuk hareket etmedi. İş-te o anda fark etti ki, çocuk nefes almıyordu. "... ya benimle gelirsin ya da bu isi yapmam. Bunun için boğa zımı tehlikeye atamam." "Hakkınızda bildiklerimi unutuyorsunuz, Bay Burke." "Öyleyse eşit olduğumuzu söyleyebilirim. Bu geceden sonra." "Ne cesaretle." Kadının sesi yükseldi ve Rose birdenbire sesi tanıdı. Eliza Ijaekaway. Uzun bir duraksama oldu. Soma Burke kaygısız bir kahkaha patlattı. "Devam edin, haydi, vurun beni. Buna cesaretin olduğu-nu sanmıyorum. O zaman kurtulmanız gereken üç ölü olacak." Öfkeyle söylenip uzaklaştı. "Tamam" dedi Eüza. "Seninle gehyorum." Burke homurdandı. "Arkaya, onların yanma çık. Biri bizi dur-durabilir, bunun olmasına izin vermeyeceğim." Rose, arabanın kapısının açıldığım duydu ve aracın yeni ağır-lıkla birlikte hafifçe çöktüğünü fark etti. Eliza kapıyı çekip kapa-dı. "Devam edüı, Bay Burke." Ama araba hareket etmedi. Burke sakin bir sesle konuştu: "Bir sorunumuz var, Bayan Lackaway. Bir şahit." "Ne?" Eliza birdenbire telaşlı bir nefes aldı. "Charles" diye fısıl-dadı Eüza ve arabadan indi. "Yataktan dışarı çıkmamalısın! He-men eve geri dön." "Bunu neden yapıyorsun anne?" diye sordu Charles. "Rıhtımda bir yangın var, tatlım. Arabayı oraya götürüyoruz, yaralıların taşınması gerekirse diye." "Bu doğru değil. Seni gördüm, anne, pencereden. Arabaya ne koyduğunu gördüm." "Charles, anlamıyorsun." "Kim onlar?" "Önemli değiller." "Öyleyse neden öldürdün onları?" Uzun bü sessizlik oldu. Burke konuştu, "O bir şahit." "O benim oğlum]" Eliza derin bir nefes aldı ve tekrar konuştu-ğunda sesi daha ılımlı ve kontrollü çıkıyordu. "Charles, bunu se-nin için yapıyorum. Senin geleceğin için." "iki insanı öldürmenin benim geleceğimle ne alakası olabilir?" "Onun piçlerinden birinin daha ortaya çıkmasına müsaade et-meyeceğim] On yıl önce kardeşimin pisliğini temizledim ve şim-di bunu tekrar yapacağım." "Neden bahsediyorsun?" "Koruduğum şey senin mirasın, Charles. 0 babamdan kaldı ve sana ait olacak. Bîr pcnny'sirıin bile bir hizmetçinin piçine gitti ğini görmeyeceğim!" Uzun bir sessizlik oldu. Sonra sersemlemiş bir sesle, "Bebek dayımın mı?" diye sordu Charles. "Seni şaşırttı mı?" diye kahkaha attı. "Kardeşim bir aziz değil, yine de her türlü övgüyü o alıyor. Ben sadece bir kız çocuğuy-dum, evlendirilmeye yarayan. Sen benim başarmışın, tatlım. Se-nin geleceğinin yok edildiğini görmeyeceğim." Eliza arabaya tek-rar bindi. "Şimdi yatağa geri dön." "Peki ya çocuk? Bebeği de mi öldüreceksm?"
"Sadece kız omin nereye saklandığını biliyordu. Sır da onunla birlikte öldü." Eliza arabanın kapısını kapadı. "Şimdi bırak da bu işi bitireyim. Gidelim, Bay Burke." "Hangi yöne?" diye sordu Burke. "Yangından uzağa. Orada çok fazla insan olacaktır. Batıya git. Prison Point Köprüsü en sessiz yerdir." "Anne" dedi Charles, sesi üzüntüden kesüiyordu. "Bunu yapıyor-san, bu benim adıma değü. Bunların hiçbiri benim adıma değil!" "Ama bunu kabullenecek, bir gün takdir de edeceksin." Araba hareket etti. BUly'nin bedeni altında sıkışmış olan Rose, eğer hareket ederse, Eliza onun canlı olduğunu fark ederse, işi-nin bitmesi için sadece kafasına alacağı bir darbenin yeterli ola-cağını bildiğinden, hareketsiz yatıyordu. Bırakalım onu ölmüş bilsinler. Bu onun tek kaçış umudu olabilirdi. Arabanın tekerleklerinin tıngırtıları arasından, Rose sokaktaki insanların seslerini, diğer bir aracın yanlarından yarışırcasına ge-çişüıi duydu. Ateş, kalabalığı doğuya, yanmakta olan nhtıma doğ-ru çekiyordu. Kimse bu yalnız arabanın sakin sakin batıya gittiği-ni fark etmeyecekti. Bir köpeğin ısrarla havlamasını duydu; Billy'nin köpeği, ölü efendisinin peşinden koşuyordu. Ona batıya doğru gitmesini söylemişti. Nehre doğru. Rose, bir zamanlar iskeleden çıkarılırken gördüğü vücudu dü-şündü. Yazm olmuştu ve ölü yüzeye çıktığında, bir balıkçı onu çe-kip çıkarmış, iskeleye geri getirmişti. Rose, ölü bedene bakmak içm toplanan kalabalığa katılmıştı ve o gün gördüğü şeyin pek in-sana benzer yeri kalmamıştı. Etini balıklar ve yengeçler kemir-miş, gözleri boş oyuklara dönmüş, karnı şişmiş ve derisi davul gi-bi gerilmişti. îşte boğulan vücutlara böyle olur. Arabanın tekerleklerinin her ükrrtısıyla, Rose köprüye, son dü-şüşe daha da yaklaşıyordu. Şimdi atın nallaruun ahşap zeminde çı-kardığı sesi duyuyor ve Lcrhınrre Pnint'e doğru uzanan yoğun ("a nal Küprüsü'nü geçmeye haşlıyorlardı. Son durakları, çok daha ıs-sız olan Prison Point Köprüsü'ydü. Orada iki vücut suya atılabilir-di ve kimse buna şahit olmazdı. Panik, Rose'un kalbini serbest kal-maya çalışan bir hayvan gibi şiddetle attırıyordu. Zaten kendisini boğuluyormuş gibi hissediyordu, ciğerleri havaya hasretti. Rose yüzme bilmiyordu. 34 "Aurnia Connolly" dedi VVendell, "VVelliverTerin Province'daki evlerinde hizmetçiydi. Onların yanında daha sadece üç ay çalış-mışken, birden işi terk etmiş. Bu, mayıs ayında olmuş." "Mayıs mı?" dedi Norris, konunun önemini kavrıyordu. "O zaman kadar durumunun farkında olmuş olmalı. Kısa za-man sonra da, önceden tanıdığı bir terzi ile evlendi. Bay Eben Ta-te ile." Norris, tedirgin gözlerle önünde uzanan karanlık yola bakıyordu. VVendeü'ın iki kişüik arabasının dizginler elindeydi ve son iki saatte atı çok zor sürmüşlerdi. Şimdi ise Cambridge köyüne varmak üze-reydiler ve Boston sadece bir köprü mesafesi uzaklıktaydı. "Kitty ve Gwen bana hizmetçilerinin alev rengi saçları olduğu-nu söyledi" dedi VVendell. "On dokuzyaşında ve çok çekici biri ol-duğunu da." "Eve gelen en seçkin misafirin gözünü kamaştıracak kadar çe-kici, öyle mi?" "Dr. Grenville, VVelliver'lerin evini martta ziyaret etmiş. Kızlar bana böyle söyledi. Orada iki hafta kalmış, bu süre zarfında geç saatlere kadar oturup, salonda kitap okuduğunu fark etmişler. Ev halkının tamamı odalarına çekildikten sonra." Mart ayında. Aurnia'nın çocuğuna hamile kalmış olması gere-ken ayda. Hızla giden arabaları, yoldaki bir oyuğun üzerinden sertçe geç-ti ve her iki adam da bir yere tutunmaya çalıştı. "Yavaşla, Tanrı aşkına!" dedi VVendell. "Burası dingili kırmak için uygun bir yer değil. Boston'a bu kadar yaklaşmışken, biri se-ni tanıyabiür." Her ne kadar hayvan arabayı zorlukla çekiyorsa da Norris atı durdurmadı ve bu gece önlerinde hâlâ uzun bir yolculuk vardı. "Şehre dönmen büyük çılgınlık" dedi Wendell. "Olabildiğince uzak durman gerekir."
"Rose'u onunla bırakmayacağım." Norris öne eğildi, sanki öyle küçük arabalarını daha hızlı hareket ettirebilecekti. "Orada gü-vende olacağım düşünmüştüm. Onu koruduğunu sanmıştım. Ak-sine, onu doğruca katilin evine teslim etmişim." Köprü önlerindeydi. Charles Nehri boyunca kısa bir seyahat ve sonra Norris daha dün kaçmış olduğu şehre geri dönmüş olacak-tı. Ama bu gece, o şehir değişmişti. Atım yürüme hızına getirdi ve gece göğünde turuncu turuncu parlayan suya göz gezdirdi. Char-les'ın Batı kıyısı boyunca, küçük ama heyecanlı bir kalabalık ufukta yanmakta olan alevleri izlemek için toplanmıştı. Hava bu uzaklıktan büe duman kokusuyla ağırlaşmıştı. Bir çocuk arabalarının yanında koşarak geçti ve Wendell çocu-ğa seslendi: "Ne yanıyor?" "Hancock Rıhtımı olduğunu söylüyorlar. Gönüllüleri yangınla mücadele etmek için yardıma çağırıyorlar!" Bu da kasabada kendilerini gözetleyecek daha az göz olduğu anlamına geliyor, diye düşündü Norris. Tanınma şansım daha az olacak. Yine de, Batı Boston Köprüsü'nden geçmeye başlama-dan önce kabanının yakasını kaldırdı ve şapkasının kenarlannı indirdi. "Onu getirmek için kapıya gideceğim" dedi Wendell. "Sen atın yanında kal." Norris karşıya bakıyor, dizginleri sımsıkı tutuyordu. "Hiçbir şey ters gitmemeli. Sadece onu o evden çıkar." Wendell arkadaşının kolunu tuttu. "Sen farkına bile varmadan, Rose yanında oturuyor olacak ve beraberce yolunuza devam ede-ceksiniz." Soma acıklı bir ses tonuyla ekledi: "Benim atımla." "Bir şekilde onu sana geri getireceğim. Yemin ederim, Wendell." "Rose sana çok inanıyor. Bu benim için yeterli bir sebep." Ve ben de ona inanıyorum. Cambridge Street'e doğru ilerlerken köprünün üzerinde atın ayak sesleri tmgırdıyordu. Karşılarındaki rıhtımdaki yangının parıltısı sönmüştü ve yol ürkütücü bir şekilde ıssız, hava da du-man ve kül taneleri yüzünden daha yoğun görünüyordu. Hele Roseia birlikte bu şehirden çıksın, Meggie'yi almaya batıya gi-deceklerdi. Gün ağarana kadar çoktan Boston'dan uzaklaşmış olurlardı. Atı güneye, Beacon Street'e doğru çevirdi. Burada bile yol ür- su; kütücü derecede ıssızdı vc gece duman kokusuyla daha da ku vetli bir hal almış, bava, dar ağacını düğümünü sıkar gibi Norris'in etrafını kuşatmıştı. Grenvüle'in evi şimdi karşılarmdaydı vc mı kapıya yaklaşınca at birden geri çekildi, hareket eden bir gölj'r den ürkmüştü. Araba yalpalayıp sağa sola eğilince Norris dizgin leri çekti ve nihayet kontrolü sağladı, işte o zaman hayvanı neyin paniğe düşürdüğünü gördü. Üzerinde sadece gecelikle Charles Lackavvay ön kapıda dur muş, uykulu gözlerle Norris'e bakıyordu. "Geri döndün" diye mı nldandı. VVendell arabadan atladı. "Sadece Rose'u almasına izin ver ve hiçbir şey söyleme. Lütfen, Charlie. Onunla gitmesine izin ver." "Yapamam." "Tanrı aşkına, sen benim arkadaşırndm. Tek istediği Rose'u almak." "Sanırım..." Charles'ın sesi hıçkırığa dönüştü. "Sanırım onu öl-dürdü." Norris arabadan atladı. Charlesi geceliğinin yakasından tuta-rak çitlere dayadı. "Rose nerede?" "Annem -o ve o adam onu götürdüler -." "Nereye?" "Prison Point Köprüsü'ne" diye fısıldadı Charles. "Sanırım ar-tık çok geç." Birkaç saniye içinde Norris arabaya geri dönmüştü. VVendelli beklemedi; at araba takılıyken tek adamla daha hızlı giderdi. Kamçıyı şaklattı ve at koşmaya başladı. "Bekle!" diye seslendi VVendell, peşinden koşarak. Ama Norris sadece kamçıyı daha sert vurdu. Araba durdu. Rose arabanın zemüıinde, Büly'nin ağırlığının altında sıkışmış haldeyken artık kendi bacaklarım lüssetmiyordu. Hissizleşmiş ve işe yaramaz olmuşlardı, Billy'nin cesedine de ait olabüen hissiz uzuvlar. Kapının açıldığını duydu, Eliza köprüye çıkarken araba-nın sallandığını hissetti. "Bekle" diye uyardı Burke. "Biri geliyor."
Rose, köprüyü geçmekte olan bir atın düzenli nal seslerini duy-du. Yolun kenarına park etmiş bir arabanın yanından geçerken sürücü ne düşünür acaba? Tırabzanların yanında durmuş suya bakan kadınla erkeğe dönüp bakar mıydı? Eliza ve Burke'ün yalm/, kaldıkları O Sürede gizil gizil buluşmuş âşıklar olduğunu ımı düşünürdü? Billy'nirı köpeği havlamaya başladı ve Rose köpeğin, ölü sahibine ulaşmaya çalışarak arabayı tırnaklarıyla çizdiğini duyabiliyordu. Geçen sürücü bu tuhaf detayın farkına varır rnıy dı? Havlayan ve arabayı tırmalayan köpekte, yüzlerini suya, sırf larını köpeğe dönmüş dururken kayıtsız bir şekilde köpeği gör mezdcn gelen çiftte bir tuhaflık sezer miydi? Yardım için bağırmaya çalıştı ama derin bir nefes alamadı; sc si, Billy'yle üzerini örten ağır muşambanın altında boğulmuştu Köpek, o gürültücü köpek havlamaya, tırmalamaya, Rose'un ç karabildiği o cılız sesi bastırmaya devam etti. Rose atın koşara geçtiğini duydu ve sürücü, dikkatsizliğinin bir kadını ölüme g< türdüğünün farkına bile varmadan atı sürmeye devam ederke nalların sesleri uzaklaştı. Arabanm kapısı açıldı. "Lanet olsun, sanırım bir şey duydum. Onlardan biri canlı!" d di Eliza. "Muşamba açıldı. Adam Billy'nin bedenini yakaladı ve arab dan dışarı yuvarladı. Rose derin bir nefes aldı ve çiğlik allı. Çığ ğı, ağzına dayanan kocaman bir el tarafından hemen susl.urııld "Bıçağımı ver bana" dedi Burke, Eliza'ya. "Çenesini kapat cağım." "Arabada kan istemiyorum! Onu suya atıver gitsin, başka lı görmeden!" "Ya yüzebihyorsa?" Eliza soruyu Rose'un jüponunu yırtarak cevapladı. Acıma, av Rose'un ayak büeklerini birbirine bağladı. Ağzma da bu bet tO] ğı soktu, sonra da adam Rose'un el bileklerini bağladı. Köpek çıldırmış gibi havlıyordu. Şimdi arabanm etrafında nüp, uluyor ama tekmelerinin ulaşabildiği mesafenin ötasil duruyordu. "At onu" dedi Eliza. "Şu aptal köpek daha fazla dikkat ." I du. "Biri geliyor." "Nerede?" "Hemen yap hadi, bizi ldmse görmeden!" Adam onu arabadan dışan çekerken Rose hıçkırarak ağlı du. Kollarını kıpırdatmaya çalıştı, kurtulmaya çalışırken sa< yüzünü kırbaçlıyordu. Ama adamın koüan çok güçlüydü v< yapacağı konusunda ikinci kere düşünmesi için artık çok g Adam onu tırabzanlara doğru taşırken, Rose göz ucuyla. Bili] arabanın yanında ölü bir halde yatışını gördü, köpeği yanına müştü. Eliza'yı gördü, saçları birbirine karışmış, rüzgârda uçuş-maya başlamıştı. Gökyüzünü de gördü, yüdızlar duman sisleriyle suskunlaşmıştı. Sonra da düştü. 35 Norris, suyun şıpırtısını Lechmere Point'ten büe işitti. Suya ne-yin düştüğünü göremiyordu ama köprüde durmakta olan araba-nın yerini saptamıştı. Sonra bir köpek uluması duydu. Yaklaşırken, çocuğun bederünüı arabanın arka tekerleğinin ya-nında sere serpe uzanmış olduğunu gördü. Yanında siyah bir kö-pek duruyordu, yere düşmüş olan adamın yanma yaklaşmaya ça-lışan kadınla adamı uzak tutarken dişlerini gösterip uluyordu. Bu, Billy'tıin köpeği. "Atı zamanında durduramadık!" diye bağırdı kadın. "Korkunç bir kazaydı! Çocuk aniden önümüze çıktı ve..." Durdu, arabadan inerken Norris'i tanımıştı. "Bay Marshall?" Norris luzla arabanın kapışım açtı ama içeride Rose'u göreme-di. Yerdeki yırtılmış bir parça bezi aldı. Bir kadın jüponundan yırtılmıştı. Sessizce ona bakmakta olan Eliza'ya döndü. "Rose nerede?" diye sordu. Geri geri giderek kaçmaya hazırlanan Duvar Göz Jack'e baktı. O su sesi. Suya bir şey atmışlardı. Norris tırabzanlara koşup nehre baktı. Ay ışığıyla gümüş rengi-ne dönmüş olan sudaki dalgalanmayı gördü. Sonra bir hareket-lenme, bir şey yüzeyi deldi ve sonra tekrar battı.
Rose. Tırabzanlara tırmandı. Önceden de Charles Nehri'ne atlamıştı. O zaman, kaderini usulca Tanrı'nın tekdirine teslim etmişti. Şim-di ise, hiçbir şey teslim etmeyecekti. Kendini hızla köprüden atar-ken, sanki bu kez son mutluluk şansını yakalayabilecekmiş gibi kollarını kocaman açtı. Suyu yardı, su öyle soğuktu ki, ürpererek bir kez su yutmasına neden oldu. Öksürerek yüzeye çıktı. Ciğer- S 06 lerini havayla doldurmak içio birkaç derin nefes alacak kadar durdu. Sonra tekrar suya daldı. Karanlıkta, hiçbir şey görmeden, bir uzuv, bir giysi parçası, bir tutam saç hissedebilmek umuduyla ulaşabildiği mesafe içinde elini kolunu şiddetle salladı. Elleri sadece suyla buluştu. Nefessiz bir halde tekrar yüzeye çıktı. Bu kez, yukarıdaki köprüden bir adamm bağrışını duydu. "Aşağıda biri var!" "Onu gördüm. Gece Devriyesi'ni çağır!" Üç hızlı nefes, sonra Norris yine daldı. Panik yüzünden artık ne soğuğu, ne de yukardan gelen bağrışmaları fark ediyordu. Her ge-çen saniyeyle, Rose ondan biraz daha uzaklaşıyordu. Kollarıyla suyu kolaçan ederek, boğulmakta olan bir adam gibi suya pençe-lerini geçirdi. Ondan sadece birkaç metre ötede olabilirdi ama onu göremiyordu. Seni kaybediyorum. Çaresiz bir nefes alma ihtiyacı onu tekrar yüzeye çıkardı. Köp-rüde ışıklar ve daha fazla ses vardı. Umutsuzluğunun değersiz şa-hitleri. Seni burada bırakmaktansa boğulmayı tercih ederim. Son bir kez daha daldı. Yukarıdaki fenerlerin parıltısı karanlık su-dan geçerek hareketli ışık şeritleri oluşturuyordu. Kendi kollarının karanlık darbelerini, tortu bulutlarını gördü. Hemen aşağıda sürük-lenen başka bir şey daha gördü. Rüzgârdaki çarşaflar gibi şişik, so-luk bir şey gördü. Can havliyle ona doğru gitti, eli giysiye değdi. Rose'un gevşek vücudu ona doğru sürüklendi, saçları siyah bir yumak olmuştu. Onu da yanında sürükleyerek hemen yukarı doğru yüzdü. Ama yüzeye çıktıklarında ve ciğerlerini havayla doldurduklarında, Rose bir yığın giysi kadar cansızdı. Çok geç kaldım. Hıçkırarak, soluk soluğa onu nehir kıyısına sürükledi, bacaklarını öyle yormuştu ki, artık ona zorlukla itaat ediyorlardı. Sonunda ayaklan çamura değ-diğinde, kendi ağırlığını bile taşıyamıyordu. Yan emekleyerek, yan tökezleyerek sudan çıktı ve Rose'u kıyıya, kuru toprağa çıkardı. El ve ayak bilekleri bağlıydı; nefes almıyordu. Onu yüzüstü yatırdı. Yaşa, Rose! Benim için yaşamalısın. El-lerini kızın sırtına koydu ve göğsünü bastırarak sıkıştırdı. Ciğer-lerinden dışarı sular çıktı. Ciğerleri boşalana kadar tekrar tekrar bastırdı ama Rose tepkisiz yatıyordu. Çılgına dönmüş bir halde, ellerindeki bağlan yırttı ve onu sn-tüstü döndürdü. Kir bulaşmış yüzü ona dönüktü. Norris ellerini göğsüne dayadı ve içeri doğru bastırdı, ciğerlerinde kalan son su damlalarını da çıkarmaya çalışıyordu. Gözyaşları ve nehir suyu yüzünden damlarken tekrar tekrar bastırdı. "Rose, bana geri dön! Lütfen sevgilim. Geri dön." İlk nefes alışı çok zayıf oldu, sadece çaresiz bir hayal olabilir-di. Sonra birdenbire Rose titreyip öksürdü, ıslak ve acı veren bu öksürük Norris'in duyduğu en güzel sesti. Hemen kahkahalarla çığlıklar atan Norris onu yan çevirdi ve ıslak saçlarını yüzünden çekti. Her ne kadar ayak seslerinin yaklaştığını duyduysa da, ba-şını çevirip bakmadı. Bakışları sadece Rose'un üzerindeydi ve Rose gözlerini açtığında ilk gördüğü şey Norris'in yüzü olmuştu. "Ben öldüm mü?"diye fısıldadı. "Hayır." KoUarmı onun titreyen bedenine doladı. "Burada be-nimlesin. Her zaman olacağın yerde." Yerde bir çakıl taşı çıtırdadı ve ayak sesleri kesildi. İşte o anda Norris başını kaldırdı ve Eliza Lackavvay'i gördü, pelerini rüzgâr-da uçuşuyordu. Kanat gibi. Dev bir kuşun kanatları gibi. Sila-hı Norris'e çevrilmişti. "İzliyorlar" dedi Norris, yukarıdaki köprüde duranlara baka-rak. "Bunu yaptığını görecekler." "Benim Batı Yakası Katili'ni öldürdüğümü görecekler." Eliza kalabalığa doğru seslendi: "Bay Pratt! Bu, Norris Marshall!" Köprüdeki sesler heyecanla yükseldi.
"Bunu duydunuz mu?" "O, Batı Yakası Katili'ymiş!" Rose, Norris'in koluna sıkıca tutunup oturmaya çalıştı. "Ama ben gerçeği biliyorum," dedi "Ne yaptığını biliyorum, ikimizi de öldüremezsin." Eliza'nın kolu tereddütle sendeledi. Tek bir atış yaptı. Gece Devriyesi'nden Bay Pratt ve iki adam büyük bir dikkatle eğimli kıyıya indiğinde bile, Eliza hâlâ kararsız bir şekilde orada dur-muş, silahını Norrisie Rose arasında gezdiriyordu. "Anne!" Eliza kaskatı kesildi. Şimdi oğlunun YVendellin yanında dur-makta olduğu köprüye baktı. "Anne, yapma!" diye yalvardı Charles. "Bize oğlunuz anlattı" dedi Norris. "Ne yaptığınızı biliyor, Bayan Lackaway. Wendell Holmes da biliyor. Beni şimdi burada öl-dürebilirsiniz ama gerçek zaten biliniyor. Ben yaşasam da ölsem de, geleceğinizin hükmü çoktan belli." Yavaşça kolualçaldı. "Benim geleceğim yok" dedi yumuşak bir tonda. "İster burada, ister darağacında önemi yok, bitti. Şu an ya pabileceğim tek şey, oğlumu korumak." Silahmı kaldırdı ama bu kez Norris'i hedef almamıştı; silahı kendi kafasına dayadı. Norris ona doğru atıldı. Bileğinden yakalayıp, silahı düşürme-ye çalıştı ama Eüza yaralı bir hayvanın öfkesiyle direndi. Sadece Norris onun kolunu burunca, o da sonunda silahı bıraktı. Bağıra-rak geriye doğru tökezledi. Norris eünde silahla, nehir kenarında acımasız bir şeküde korunmasız kalmıştı. Bir kalp atışı kadar kı-sa sürede, olacakların farkına vardı. Devriye Pratt'ın nişan aldığı-nı gördü. Rose'un acı içinde "HayırF diye çığlık attığını duydu. Merminin çarpışı ciğerlerindeki nefesi kesti. Silah elinden düştü. Sendeledi ve sırtüstü çamura serildi. Geceyi tuhaf bir sessizlik kapladı. Norris gökyüzüne baktı ama hiçbir ses, hiçbir ayak sesi, kıyıya vuran su seslerini bile duymadı. Her şey sakin ve huzurluy-du. Yukarıdaki yıldızların, dağılan sisin içinden daha parlak göz kırptıklarını gördü. Hiç ağrı, ya da korku hissetmedi; tek hissetti-ği tüm çabalarının, tüm hayaüerinin, suyun kenarında yıldızların parladığı bu anda gözünün önünden geçmesinin verdiği şaşkmlık duygusuydu. Sonra, sanki uzaklardan hoş ve tanıdık bir ses duydu ve Ro-se'u gördü, cennetten bakıyormuş gibi başının etrafını yıldızlar çevrelemişti. "Yapabileceğin bir şey yok mu?" diye bağırdı Rose. "Lütfen, WendeU, onu kurtarmalısm!" O zaman VVendellin sesini de duydu ve gömleği açılırken ku-maşın yırtüma sesini de. "Lambayı yakma getir! Yarayı görmem gerek!" Işık, altın rengi bir yağmur gibi döküldü ve yara açüdığında, Norris Wendellin yüzündeki ifadeyi gördü, gerçeği gözlerinden okudu. "Rose?" diye fısüdadı Norris. "Buradayım, işte buradayım." Norris'in elini tuttu ve saçlarını geri atarken ona doğru biraz daha eğildi, "iyi olacaksın, sevgilim, iyileşeceksin ve beraber mutlu olacağız. Çok mutlu olacağız." Norris iç çekip gözlerini kapattı. Rose'un görüntüsünün kaya-rak uzaklaştığını görebiliyordu, rüzgârda öyle hızlı sürükleniyor-du ki, ona ulaşma umudunu yitirmişti. "Beni bekle" diye fısıldadı. Uzaklardan gelen bir gök gürültüsü sesine benzeyen bir ses duy-du, toplanan kalabalığın içinden yanküanan tek el bir silah sesi. Beni bekle. Jack Burkfl yatak odasının yeı indeki döşemenin tahtasını hız la kaldırdı ve oraya gizlediği paraları kendinden geçercesine çı-kardı. Hayalının birikimi, iki bin dolara yakın bir jıara bir heybe-ye sokuşturulmuştu. "Ne yapıyorsun, hepsini mi alıyorsun? Delirdin mi?" diye sor-du Fanny. "Gidiyorum." "Hepsini alamazsın! Onlar aynı zamanda benim de param*" "Senin basının üzerinde sallanan bir ip yok." Başım hızla kat-dırdı ve bir anda buz kesti. Biri alt katta kapıya vırruyordü. "Bay Burke! Bay Jack Burke, Gece Devriyesi'ndenim. Kapıyı hemen açmalısınız!" Fanny alt kata inmek için döndü.
"Hayır!" dedi Jack. "İçeri girmelerine izin verme!" Gözlerini kısarak Jack'e baktı. "Ne yaptın sen, Jack? Neden se-ni sormaya geldiler?" Alt kattan ses yükseldi: "içeri girmemize izin vermezseniz ka-pıyı kıracağız!" "Jack?" deeti Fanny. "O yaptı!" dedi Jack. "Çocuğu o öldürdü, ben değü!" "Hangi çocuğu?" "Yarım Akü Billy'yi." "Öyleyse bırak darağacına o gitsin." "O öldü. Süahı aldı ve herkesin gözü önünde kendisini vurdu." Jack ayağa kalktı ve ağır heybeyi omzuna geçirdi. "Her şey için suçlanacak olan benim. Onun bana yapmam için para ödediği her şey." Merdivenlere doğru ilerledi. Arka kapıdan çıkmayı dü-şündü. Ata semeri vur ve git. Birkaç dakika kazanırsa onları ka-ranlıkta kaybedebilirdi. Sabaha kadar yola düşmüş olurdu. Ön kapı kınlarak açüdl. Üç adam içeri girerken, Jack merdi-venlerin dibinde dondu kaldı. Adamlardan biri öne çıkarak, "Tutuklusunuz, Bay Burke. Billy Piggott cinayetinden ve Rose Connolly'yi öldürmeye teşebbüs-ten" dedi. "Ama ben yapmadım... o ben değüdim! Bayan Lackavvay'dü" "Beyler, onu tntuklaym." Jack öyle kaba bir şeküde ittirildi ki, dizlerinin üzerine tökez-leyerek heybesini yere düşürdü. Bir anda Fanny öne atıldı ve hey-beyi kaptı. Kıymetli çantayı göğsüne bastırarak geri çekildi. Gece Devriyesi kocasını ayağa kaldırırken, Fanny ona yardım etmek için hiçbir girişimde bulunmadı ve onu savunmak için tek keüme wo etmedi. Jack'in gözüne en son ilişen şuydu: Fanny, kendisinin bi riktirdiği paralan hırsla kollannın arasına almıştı, Jack meyhane nin kapısından çıkarılırken yüzünde soğukkanlı ve duygusuz bir ifade vardı. Arabada otururken, Jack her şeyin nasıl bir yol izleyeceğini çok iyi biliyordu. Sadece davayı değil, sadece darağacını değil, daha ötesini de. İdam edilmiş mahkûmların bedenlerinin kaçınıl maz bir şekilde nasıl bir son beklediğini biliyordu. O demir kafes içindeki pahalı kurşun tabutu ve mezarlık bekçisi için dikkatlice biriktirdiği paraları düşündü, hepsi kendisi gibi mezar soyucuları uzak tutmak içindi. Uzun zaman önce, kendi kendine hiçbir ana-tomistin karnını yarıp, etini delik deşik etmeyeceğine dair söz vermişti. Şimdi gövdesine baktı ve hıçkırıklara boğuldu. Bıçağın kesme-ye başladığını hissediyordu bile. Keder dolu, utanç içinde bir evdi. Wendell Holmes, Grenvüle'lerin evinin kendi acılarına karışmış-tı ama ayrılmak için de hiçbir harekette bulunmamıştı, zaten kim-se de ondan bunu istememişti. Aslında, Dr. Grenville Wendellin sa-londa olduğunu, köşede sessizce oturduğunu fark etmemişti büe. Wendell, başından beri şahit olduğu bu trajedinin bir parçası olmuştu ve şimdi de sonuna şahit olmak için orada bulunması yakı-şık alırdı. Titreyen şömine ışığında gördükleri, sandalyesine gö-mülmüş, başı kederinden eğilmiş, paramparça olmuş bir Aldous Grenvüle'di. Constable Lyons da karşısına oturmuştu. Kâhya Bayan Furbush mahcup bir ifadeyle salona girdi ve elin-deki brendi tepsisini masamn ucuna bıraktı. "Efendim" dedi ses-sizce, "Küçük Bay Lackavvay'e istediğiniz ölçüde morfini verdim. Şimdi uyuyor." Grenville bir şey demedi, sadece başıyla onayladı. Constable Lyons kâhyaya doğru konuştu: "Peki ya Bayan Connolly?" "Delikanlının bedeninin başından ayrılmıyor, efendim. Onu uzak-laştırmayı denedim ama onun tabutun yanında duruyor. Sabah onu almaya gelene kadar onunla ne yapacağımızı bilmiyorum." "Bırak kalsın. Kızın yas tutmak için her türlü sebebi var." Bayan Furbush çekildi ve Grenville yumuşak bir tonla konuş-tu: "Hepimizin olduğu gibi." Lyons bir bardak brendi doldurup, arkadaşının eline tutuşturdu. "Aldous, lOli/.a'nm yaptıklan yüzünden kendin i suçlayamazsın."
"Kendimi suçluyorum ama. Bilmek istemedim ama şüphelcn-meliydim." Grenville iç çekü ve brendiyi bir yudumda içti. "Char-les için her şeyi yapabileceğini biliyordum. Ama onun için insan öldürmek?" "Her şeyi tek başına yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Jack Bur-ke, katilin kendisi olmadığını söylüyor ama işin içine karışmış olabilir." "O zaman büyük ihtimalle olaya Eliza önayak oldu." Grenville boş bardağuıa baktı ve sakin bir sesle konuştu: "Eliza her zaman kontrolü elinde tutan kişi olmak istemişti, çocukluğumuzdan beri." "Yine de bir kadm gerçek anlamda kontrolü ne kadar sürdüre-bilir İd, Aldous?" Grenville'm başı eğildi ve sessizce şöyle dedi: "Zavallı Aurnia da bu konuda en etkisiz kalandı. Yaptıklarım için hiçbir mazere-tim yok. Onun güzel, çok güzel bir kadın olması dışında. Bense, yalnız ve yaşlı bir adamdan başka bir şey değilim." "Sen onurlu olanı,yapmaya çalıştın. Bu konuda gönlün rahat olsun. Bay VVilsoni çocuğu bulması için tuttun ve ona bakmaya hazırdın." "Onurlu mu?" Grenville başını salladı. "Onurlu olan, eline gü-zel bir kolye bırakıp soma da çekip gitmek yerine, Aurnia'ya ay-lar önce sahip çıkmak olurdu." Başını kaldırdı, gözlerinde ıstırap vardı. "Sana yemin ederim, benim çocuğumu taşıdığını bilmiyor-dum. Onu kadavra masasında göğsü yarılmış bir halde gördüğüm güne kadar. Erastus onun yeni doğum yapmış olduğunu söyledi-ğinde, bir çocuğum olduğunun farkına vardım." "Bunu Eliza'ya hiç söylemedin mi?" "Bay VVilson hariç kimseye söylemedim. Çocuğun bakımını üstlenmeye niyetliydim ama Eliza'mn kendisini tehdit altında his-sedeceğini biliyordum. Son kocası mali konularda şanssızdı. Eli-za benim yanımda merhametimden ötürü kalıyordu." Ve bu yeni çocuk her şeyde hak iddia edebilecekti, diye düşün-dü VVendell. VVelliver kardeşlerin ve Edvvard Kingstonin annesi-nin ağzından, aslında Boston'un en iyi salonlarının neredeyse bü-tün sahibelerinden İrlandalılarla ilgili duyduğu tüm o kötü sözle-ri düşündü. Hayatını kazanmak için hiçbir yeteneği olmayan ken-di sevgili oğlunun geleceğinin, esas şimdi bir hizmetçinin yaptığı doğumla tehlikeye düşmesi Eliza için en büyük hakaret olurdu. Yine de sonunda onu zekâsı ile alteden bir İrlandalı kız olmuştu. Rose Connolly çocuğu yaşatmıştı ve VVendell, kızın bebeği günbegün tehlikelerden uzak tutmayı becermesi karşısında Kli za'nın gittikçe kabaran öfkesini hayal edebiliyordu. Agnes Po ole'ün vücudundaki vahşi bıçak darbelerini, Mary Robinson'a ya-pılan işkenceyi düşündü ve Eliza'nm gerçek hedefinin Rose ve onun gibi olan her kız, Boston sokaklarında kalabalık eden her perişan haldeki kız olduğunu anladı. Lyons, Grenvillein bardağmı aldı, yeniden doldurdu ve ona ge-ri verdi. "Soruşturmayı daha önceden kontrol altına almadığım için üzgünüm, Aldous. Ben içeri güene kadar o aptal Pratt çoktan halkı gözünü kan bürümüş bir topluluk haline getirmişti." Lyons başım salladı. "Korkanın ki, bu histerinin talihsiz kurbanı da genç Bay Marshall oldu." "Pratt bunun bedelini ödemeli." "Ah, ödeyecek. Bunun icabına .bakacağım, işim bittiğinde, onun ününün de beş paralık değeri kalmayacak. Boston'dan sü-rülene kadar rahat etmeyeceğim." "Artık bunun bir önemi yok"dedi Grenville yumuşak bir sesle. "Norris gitti." "Bu da önümüze başka bîr olasılık koyuyor. Zaran bununla sı- nırlandınnanm bir yolu." "Ne demek istiyorsun?" "Bay MarshaU'a artık bir yardımımız olamaz, zaranmız da olamaz. Bugüne kadar çektiğinden daha fazlasını çekemez. Biz yal-nızca bu skandalin sessizce unutulmasına izin vereceğiz." "Onun adını temizlemeden mi?" "Senin aüenin adı pahasına mı?" Wendell buraya kadar sessiz kalmıştı. Ama şimdi öyle şoka uğ-ramıştı ki, düini tutamadı. "Norris'in mezara Batı Yakası Katili olarak gitmesine göz mü yumacaksınız? Hem de masum olduğu-nu bile büe." Constable Lyons ona baktı. "Düşünülmesi gereken başka ma-sumlar da var, Bay Holmes. Genç Charles, mesela. Annesinin ha-yatını, hem de onca insanın önünde
sonlandırmayı seçmesi üze-rine yeterince üzgün zaten. Onu, anne olarak bir katilin utancıy-la yaşamaya mecbur eder miydiniz?" "Ama gerçek olan bu, öyle değü mi?" "Halka gerçeği söyleme borcumuz yok." "Ama Norris'e var. Onun anısına." "O, böyle bir borçtan faydalanacak durumda değil. Ona suçla-mada buhırmıayaeağız. Sadece sessiz kalacağız ve halkın sonuç-lan kendi başına çıkannasma izin vereceğiz." "Ihı sonuçlar yanlış olsa bile mi?" "Kime zararı var? Hâlâ nefes alanların hiçbirine." Lyons iç çek-ti. "Her halükârda bir dava olacak. En azından Bay Burkc'ün Billy Piggott cüıayetinden asılacağı neredeyse kesin. Gerçek o zaman açığa çıkabilir ve biz de bunu durduramayız. Ama bunun reklamı ru da yapmamıza gerek yok." VVendell, sessiz kalan Dr. Grenville'a baktı. "Efendim, siz Nor-ris'e karşı böyle bir adaletsizliğin yapılmasına izin verir nüy